Çoksesli Tekseslilikler ya da Kanonun Öteki Yüzü

(Bu yazının kısaltılmış hali, Karagöz Dergisi'nin 17. sayısında (Kasım 2011) "Kanonsuzlar" dosyası kapsamında yayımlanmıştır)

Köken olarak oldukça uzun bir tarihe dayanan ve sözcük olarak farklı anlamları içeren kanon, bizde doğrudan pek gündeme gelmemiştir. Bunun en büyük nedenlerinden birisi de belki de edebi bir kanonumuz olup olmadığı konusunda mutabakat sağlanamamış olmasıdır. Yanı sıra, kanon kadar konturları çizilmiş olmasa da yapılan kronolojik çalışmalar ya da farklı çalışmalarla yapılan bir tür tarih yazıcılığı da aslında aynı niyeti taşımıştır.

Dünyada ise farklı disiplinlerde ve alanlarda doğal ya da imal edilmiş kanonlara rastlamak mümkün. Özellikle İngiliz ve Amerikan edebiyatlarında kanon konusu oldukça yerleşik bir gündem olarak duruyor. Buna rağmen 1980’lerden itibaren başlayan çağdaş kanon tartışmaları, tanımından, gerekli olup olmadığına kadar pek çok yönden kanonu yeniden tartışmaya açıyor. Hıristiyanlık açısından “kutsallık”, “değiştirilemez kanun”; edebi açıdan “klasik”, müzikte “artzamanlılık ve aynı dizgede olmak” söyleyişleri ile iç içe olan kanon, güç/iktidar kanonu, kabul görmüş kanon, resmi kanon, eleştirel kanon, artzamanlı kanon, pedagojik kanon ve güncel/yaşayan kanon olarak da çeşitlendirilebiliyor.

Kanon, antoloji ya da yıllık… En temel anlamda üçünün de ortak özelliği seçici, seçilen ve seçim üçlüsüne sahip olmaları. Yani karşımıza çıkan temel eylem “seçmek”. Basit bir işlem gibi görülen “seçme” eylemi, kendi adımıza yapıldığında, seçtiğimiz şeyi seçme nedenlerimizden, neden onu değil de ötekini seçtiğimize varana kadar, tabiri caizse bizi bağlayan, kimseye hesap vermemizi gerektirmeyen bir eylem. Ama bu işi bir şey adına, bir niyetle, gündelik bir eylem olmasının ötesinde gerçekleştirdiğimizde bu kadar özgür kalabilmek güç. Seçmekte özgür olmak mümkün elbette ama sorulan sorulara yanıt verebilmek, iki ya da daha fazla şey arasından neyi, niye seçtiğimizi söylemek o kadar da keyfiyete bırakılabilecek bir şey olarak görülemez. Kaldı ki bu işlem, ilgili alana kayıt düşülmesi için yapılıyorsa bu keyfiliğin, bütünüyle yok sayılamayacaksa da minimum keyfiyette kalması gerekir.

İşin başka bir boyutu da “seçici”nin niteliğidir. Herkesin kendisinde hak olarak görebileceği seçme işleminin sonucunda ortaya çıkan şeyin geçerli olup olmaması, ne kadar ilgiye mazhar olduğu, seçilen şeyin kabul görüp görmemesiyle de ilgilidir. O kişinin bu seçme işlemi için, belli bir ehliyete sahip olması, bu ehliyetin diğerleri tarafından onaylanmış olması, olumlu ya da olumsuz eleştirilerin de oluşmasına neden olur.

Bu seçme işleminin bir başka yönü daha var ki o da ilk bakışta masumane sayılabilecek, ama “seçimleriyle”, aynı zamanda “seçilmiş” olmayı da dileyen, ilgili alanda otorite talebinde bulunan ya da eylemiyle bunu ilan eden “seçici”nin durumu. Genel kabule ulaşabilmek, ister istemez ortalama olana giderek daha fazla yaklaşmayı gerektirir. Herhangi bir kitlenin temeldeki heterojen yapısına rağmen, “asgari müşterek”ler bu anlamda homojene en yakın “beğeni”yle geçerliliğini artırır.

Edward Said’in Kış Ruhu adlı kitabında yer alan “Muhalifler, İzleyiciler, Taraftarlar ve Cemaat” başlıklı makale, hem bu yazının ötesinde okunabilecek önemli bir çalışma olarak hem de pek çok noktadan bu yazıda ele alınan meseleyi de pekiştirecek nitelikte.(1) Örneğin, bu makalede Said, uzmanlık için “… uzmanlık, kısmen bir bireyin, deyim yerindeyse, oyunun kurallarını ne kadar iyi öğrendiği tarafından belirlenir.” diyor. Yahut tam da kanon vb. çalışmaların aynı zamanda bir “yorum cemaati” oluşturma çabasına değiniyor:

  • Bir yorum cemaatinin kendi kendini onaylayan otoritesi daha fazla iktidar kazanıp, katı bir ortodoksi statüsüne ve istikrarlı bir izleyici kitlesine kavuştukça, izleyicilerinin, uzmanlaşmış dilinin ve kaygılarının gittikçe daralması, gittikçe daha hava geçirmez ve daha içine kapanık bir hal alması kaçınılmaz bir sonuç mudur? Dışarlıklıların girmesi yasaklanmış, iyi korunan ve gitgide küçülen bir tımar bölgesi dışında hiçbir şeyi umursamayan bir dille, yalnızca birbirleriyle ve birbirleri için konuşan (mesela) sosyologlar, felsefeciler ve politika bilimcisi olarak anılanlar arasında gözlenen bu durumun kabul edilebilir, hümanist panzehiri nedir?” (2)

Tekrar kanon konusuna dönersek, özellikle 1980’li yıllarla beraber yurtdışında başlayan kanon tartışmalarının esas noktası bana göre, kanonların kırılabilmesi, en azından “açık kanon”a dönüştürülebilmesi; postmodernizmin etkisi, postkoloniyal yapıların ve söylemlerin oluşmasıyla beraber kanonda yeni yer talepleri ve bunlara karşılık oluşturulmak istenen alternatif kanonlardan oluşuyor. Hemen, bunların ötesine geçilemez mi noktasında, dış etkilerden bağımsız, sadece halklar, topluluklar tarafından sahip çıkılarak, okunarak yaşatılan, yani bir şekilde doğallıkla oluşan kanonlarda yer alan şair ve yazarlar için, acaba “kanonik olup olmamak, seçilip seçilmemek çok mu önemli?” sorusu kendiliğinden dilin ucuna geliyor. Kaldı ki, ister şair ister yazar olsun, yaşarken bu değerin kendisine atfedilmediği hatta aksine değersizleştirildiği ama bütün süzgeçleri ve kısıtlamaları aşarak okurun yine de kabullendiği o kadar çok örnek var ki…

Elbette özellikle de bizimki gibi ulus olma tarihi çok eskiye dayanmayan hele de mirasının büyük bölümünü yeni bir alfabeye geçerek geride bırakan topluluklara yönelik ulusa dönüştürülme sürecinde, hedeflenen ve gerçekleştirilen yapılandırma çalışmaları arasında kültürel politikaların olmaması mümkün değildi. Bu, gerek Cumhuriyetin kuruluş döneminde gerek tek partili dönemin bitişinin, gerek 60, 70, 80 darbelerinin ardından yapılan çalışmalar ve bugün içinde yer aldığımız dönem, gerekse henüz iktidar olmamışsa (yapma/değiştirme erkine sahip olmamışsa) bile, temeli bunun üstüne kurulmuş her türlü ideolojik görüşe sahip olabilecek parti ve benzerlerinin hedef ve alışmaları için de geçerli. Varlığının ve bekasının en büyük teyitçisi olarak ihtiyaç duyduğu kitlenin aralarında sızmalara neden olabilecek, çatlak oluşturabilecek her türlü boşluğun doldurulması, kendi dünyagörüşü çemberi dışında kalan edebi ürünlere seyirci bile olunmaması, kurulmuş akılların arzu edilen rotadan şaşmaması için sürekli zikr (tekrar tekrar anma ve unutturmama) terapileriyle sıkı gözaltı süreçlerine de her zaman rastlamak mümkün olmuştur. Bugün bile yakından tanık olduğumuz gibi, ilan edilen pratikten uzak özgürlük yanlısı politikalarla herkesin dilediğini yazıp okuyabileceği, evrensel bir bakış açısının dikkate alındığı çığlıkları ayyuka çıksa da, işleyen şey hiç de böyle olmamaktadır. Siyasetin bile kaldıramayacağı türlü türlü kültürel entrikalar döndürülmekte, kültürel kılıflar usulüne göre giydirilmekte, yeryüzünde en geçerli akçe olan “taltif” ile, unvan ile, ödül ile, örtülü-örtüsüz türlü yollardan destek ve kolaylaştırıcılık ile hedefe bir hamlede ulaşılamasa da, küçümsenecek bir adım sayılamayacak aksine önemli bir basamağı atlatacak olan “ehlileştirme” eylemleri başarılı bir şekilde gerçekleşmektedir.

Bu yazıyı yazmadan önce, antolojilerle olan ilişkimize değişik kaynaklardan, bizzat antolojilerin kendilerinden yararlanarak tekrar baktığımda gördüğüm antolojilerin kendilerinden çok (aslında yine içerikleriyle alakalı olarak) etraflarında dönen tartışmalar, karşı yazılar vs. den oluşan geniş denilebilecek bir arşive sahip olduğumuz. Yanı sıra bugüne dek hazırlanmış, başlığında “antoloji” sözcüğü geçse de pek çok “antoloji olmayan” çalışmanın da dışarıda tutulmasıyla, belli bir niteliği haiz sayıda antolojinin de olmadığı

Bu tip çalışmalara bütünüyle karşı olma ya da karşı olmamakla beraber (yapıcı-yıkıcı) eleştirilerde bulunma görüşleri, konuyu tamamen daha başından ikiye böler niteliktedir. Çünkü bu iki bakıştan her biri, bizi tartışmaya başladığımız noktadan itibaren farklı bir rotaya ve argümana sürükler. Kişisel görüşüm bu tür çalışmaların (kanon, antoloji, yıllık vs.) her ne kadar birtakım yararlarından söz edilebilse de sakıncalı taraflarının her zaman bu kısmi yararların üstünde olduğu. Yine de tartışma zeminini tamamen yitirmemek için her iki yönden de temel bazı yaklaşımlarda bulunabilir, ardından da tercih edilen görüşle yazıyı tamamlayabiliriz.

Bir yanda oluşumu için en azından geniş bir zaman dilimini, geriye doğru bir derinliği neredeyse önkoşul olarak arzu eden, rahatlıkla kapalı bir çember olarak düşünebileceğimiz kanon/kanonlar; diğer yanda kanon kadar olmasa da uzun bir zaman dilimini kapsayan büyük bir küme içerisinden yapılacak seçim, sıralama, dizimi içeren antoloji/antolojiler ve bir sıralamadan söz edilecekse, büyükten küçüğe en altta yer alan ya da önem derecesine göre yine son sırada gelebilecek yıllık/yıllıklar… Bana öyle geliyor ki yıllıklar, antolojilere ve antolojiler de kanona giden yoldaki aşamalardır. Böyle bir yol her zaman hedefine varır mı, varmış mıdır bilinmez. Ama kendi durumumuza baktığımızda bizde en çok oyalanılan ve rağbet gören, dolayısıyla “başarı”yla atlatılamamış bir basamak olarak da nitelendirilebilecek olanın yıllıklar olduğu ve tüme bir türlü varılamayan bu yolda başarısız bir “tümevarım” yöntemi izlendiği de rahatlıkla söylenebilir. Diğer yandan yukarıda da belirttiğim gibi, bu üçlüyü hiçbir şekilde dikkate almayan bir bakış açısı için ise bütün bunların zaten bir kıymeti yoktur.

Konuşmaktan yorulduğumuz ama önü de bir türlü alınamayan yıllıklardan başlamak gerekirse, bir kez daha şunu sorabiliriz: Temelde bir yıllık neyi söyler, neye işaret eder? Söz konusu zaman diliminde (1 yılda) , yıllığı hazırlayan kişi, daha bu işe attığı ilk adımda “seçici” olmayı da seçmiş; kendisini bir yığın içerisinden belirli bir toplama işaret edebilecek yetkide görmüş demektir. Bu kişi, şiir okuryazar cemaati (daha çok da yazar cemaati) tarafından kabul görmüş bir isim ise işi daha da kolaylaşır. Ama eğer bu işe yeni soyunan biri ise işi daha zor demektir. Şiirlerin bir yıl içerisinde yayımlanan şiirlerden seçileceği aşikârdır. İlk sınır burada ortaya çıkar. İkincisi, kişinin o yıl yayımlanan şiirler içerisinden neyi seçeceğidir. Eğer “şiir” olanları seçecekse, “şiir” kriterlerinin ortaya konulması gerekir. Kaldı ki başka kriterler de belirlenebilir. Herhangi birisi ben bu yıl içinde yayımlanan lirik şiirleri, epik şiirleri, şu yaş kategorisindeki şairlerin şiirlerini, şu ideolojideki şairlerin şiirlerini, şu cinsiyettekilerin, şuralı olanların, gelenekçilerin, anti-gelenekçilerin, üçüncü, dördüncü, beşinci dereceden ikinci yenicilerin, deneysel şiir yazanların şiirlerini belirleyeceğim ve buna göre bir şiir toplamı oluşturacağım diyebilir. Ülkemizde yıllık hazırlamanın belli bir yaşı, kuralı, şartnamesi olmadığı için hepsi de mümkün. Genellikle bir kere hazırlanan ve tekrarlanmayan yıllıklar literatürde “hatıra” kategorisinde değerlendirilir. Aksi haldekiler, yani yinelenenler ise “tekrar”ın gücünden sonuna kadar faydalanırlar. Çünkü bu her anlamda alanın içinde bir yerleşiklik oluşması demektir. Üst üste yıllık hazırlayabilmek, üst üste bir yıllıkta yer alabilmek “değer” belirtisi olarak görülür.

Bugün herhangi bir yıllık hazırlanırken başta “yaş haddi” olmak üzere, neredeyse herhangi bir yıllığa girebilecek şairlerin % 70’i bellidir. Bu belirlilik gerek şiirimizdeki “emek”, “kıdem”, “ödül sabıkası”, “ideolojik yakınlık”, “hazırlayıcıya olan yakınlık” vb. olsun gerekse muadil yıllıklarda yer alan isimlerin de gözden geçirilmesiyle oluşur. Bir yıllıkta yer alacak ortalama şair sayısı 150 civarındadır. Bu sayı nedense bütün yıllıklarda hemen hemen denktir. Kitap olarak ortalama 200 sayfayı geçmeyecek şekildedir. Mesela o yıl sadece 20 şairin, beşer altışar, onar şiirinin seçildiği, bu şairleri ve şiirlerini bir araya getiren ne ise yani bu toplamın inşasına neden olan gerekçeye, çizilen bu görüntünün bir önceki yıla, beş yıla oranla ayrışan yönlerine ya da “devam” niteliğindeyse buna dair üç beş kelama rastlamayız. Genellikle karşılaştığımız bir “sunum”dan çok peşin “savunma” diyebileceğimiz giriş yazıları vs.dir. Ortalama beğeni yine standartlarını tutturmuştur. İşte bu yıllıkların yinelenişinde, tekrar tekrar yıllıklarda yer alabilmek aynı zamanda antolojilere giden yollar için de emin adımlar (doğal olarak ya da olmayarak) atılmış olmasını sağlar. Çünkü giderek, sadece yaş/dönem üzerinden belirlenen ve miras olarak alınmış kuşakların ardından, yine mirasın devamı olacak yeni kuşakları kimlerin oluşturacağı böylelikle belirlenip ilan edilmiş olur. Söyleşilerde, yazılarda vs. bu şairlerin isimleri tekrar tekrar yinelenerek itinayla göz ve kulak aşinalığı oluşturulur. Bu yaygınlaştırma ve yerleştirme işlemleri tek bir yönden yapılmaz. Aynı amaca varılması hedeflense de yöntem olarak ayrışmaların görüldüğü en nihai alan ise ideolojik zeminlerdir. Burada ideolojiyi sadece siyasi anlamda algılamamak gerekir. Bu direk yaşama biçimiyle, dünyaya bakışla da alakalıdır. Üstelik sadece bir ideolojiyi pekiştirmek için değil, aksine çoğu zaman ilişki (kurma) biçimleriyle, üretim sürecinin işleyişiyle bir ideolojiyi oluşturmak için de böyledir. Yiyip içmemizden, giyimimizden, dinlediğimiz müziğe, okuduklarımızdan yazdıklarımıza kadar her şey, farkında olunsun ya da olunmasın bir “ideoloji”ye işaret eder. Bu anlamda bireyden söz edildiğinde ister istemez bir ideolojiden söz etmek de mümkün olur. Elbette devletler, hükümetler, partiler yani kısacası önceliği belli bir siyasi görüşü empoze etmek üzerine kurulu örgütlenmelerin konuyla ilgili faaliyetleri her zaman daha kesin, kararlı ve şiddetli olarak gerçekleştirilir. Dönersek, bu noktada herkes ayrı bir koldan kendi antoloji hazırlığını yapar, kendi şairlerini belirler. Usta-çırak ilişkisinin dolaylı ya da direk olarak devam ettiği zamanımızda, “şair yetiştiren bir usta” olmak, “iyi şairi gözünden tanımak” ve bununla “iftihar etmek”, “ekol sahibi” addedilmek de bir kuşak şairlerin “erdem” saydıklarındandır. Tüm bunların tarih oluşturmayla, tek bir biçiminden söz edilemeyecek “geleneği sürdürmek”le yani bir yanıyla “köksüzlük korkusu” duymakla da derinden ilişkisi vardır ki bu durum tekrar ele alınacaktır.

Karşımıza çıkan çalışmalar arasında farklı türde antolojilerin hangi nedenlerle hazırlandığına göz atarsak genel bir sınıflandırmayla şunları görürüz:

1) Belirli bir okur kitlesini hedef alarak hazırlanan antolojiler (Öğrenciler, çocuklar, kadınlar, işçiler vs.)
2) Belirli bir türe yönelik antolojiler (Şiir, öykü, deneme vs.)
3) Tematik antolojiler (Vatan şiirleri, anne şiirleri, memleket şiirleri, deprem şiirleri vs.)
4) Farklı türleri içeren dönemsel antolojiler (Milli Edebiyat Dönemi, Cumhuriyet Dönemi, İkinci Yeni vs.)
5) Tek bir türü içeren dönemsel antolojiler (Osmanlı şiiri, Divan Şiiri, Halk Şiiri, Hece Şiiri vb.
6) Belli bir görüşe yönelik ideolojik antolojiler (Milliyetçi, Kemalist, İslamcı vs.)

İlk antolojilere neden ihtiyaç duyulduğuna baktığımızda (şiir için), antolojileri, kitap basımının, dağıtımının daha güç olduğu dönemlerde öncelikle ulaşılabilirliği sağlamak yani okur, yazar ve tür arasında kurulabilecek en pratik ilişki şekli (bir taşla çok kuş) olduğunu görürüz. Ya da yaygın çevirilerin yapılmadığı dillerin şiirine yönelik “seçme şiirler”i içeren antolojilere rastlarız (Yunan Şiiri, Latin Şiiri, Portekiz Şiiri, Arap Şiiri, Fars Şiiri vs. gibi). Bu tip antolojiler, normal şartlar altında ulaşılması çok zor olabilecek bir şiir evrenine en azından örnek teşkil ettiği için her zaman daha az tartışma nedeni olmuş ve daha fazla kabul görmüştür. Ama temelde hiçbir fark yoktur. Hatta aksine bu seçmenin yapıldığı bütüne dair genel bir fikir olmadığı için, bu çalışmaların niteliğini tartışabilmek ya da eleştirebilmek imkânı da neredeyse olmamış; böyle bir antolojinin o bütünü temsili tamamen antolojiyi hazırlayan kişinin bireysel seçimlerinin sahici bir yansıma olarak kabulüne neden olmuştur. Yine farklı türde antolojilerden birisi olarak tamamen geçmişe yönelik (başlamış ve bitmiş bir dönemi içeren) hazırlanan antolojilerde de çok büyük sıkıntılar yaşanmamıştır. Burada ise üç neden karşımıza çıkar. Birincisi yine alanın spesifik oluşu nedeniyle izleyenin ya da antoloji muhatabının verili bilgiyi soruşturabilecek konumda ve birikimde olmaması. İkincisi, bu tür çalışmaları genellikle alanda “uzman” olarak kabul edilmiş birinin hazırlaması. En önemlisi ve üçüncüsü de, güncel antolojilerin aksine, iki ucu kapalı olan bu tür antolojilerde zaten üzerinde tartışma çıkmayacak derecede benimsenmiş isimlerin, şiirlerin yer almasıdır. Yani bu antolojiler bir şekilde zaten tarihten kopya çekerek oluşturulur. Burada kıymetli görülebilecek olan şey, bilgisine henüz sahip olunamayan bir dönemin ya da devrinde göz ardı edilmiş şairlerin ve şiirlerini, belirli bir araştırmanın ve çalışmanın sonucunda ortaya çıkarılabileceği durumlardır. Yoksa, dönüp dönüp bir mevcut antolojiler derlemesi şeklinde, temelde hiçbir yönde yeni bir katkı sunmaksızın aynı kapalı alanı hedef alan mükerrer çalışmalar yapılmasının hiçbir gereği yoktur. Zaten bu tip çalışmaların çoğu, belirli bir ticari kazancın neredeyse garanti olduğu alanlarda yinelenerek yapılmaktadır.

Bir tür olarak antolojiye bakıldığındaysa en büyük sıkıntı, neyin gerçekte bir antoloji olup olmadığıdır. Seçilmiş ve bir araya getirilmiş her şeye antoloji diyebilir miyiz? Desek ve hatta demiş bulunsak bile, bir yığın özelliğinin ötesine geçmeyen bu çalışmalardan nasıl bir yarar umabiliriz? “Yarar” konusunu bir yana bırakarak, konuyu sadece “edebi zevkin” ortaya konulması, şahsi bir “arzunun gerçekleştirilmesi” noktasına indirgemekle, “yapılabilir olanın yapılmış olması” keyfiyetiyle noktalayabilir miyiz? Daha da önemlisi bugün hâlâ antolojilere gerçekten ihtiyacımız var mı?

Antolojilerden söz edildiğinde genellikle, bilimsel çalışmalar olmaları gerektiğinden söz edilir. Bu noktada sanat eserlerinin bir araya getirilişinde ne tür bir “bilimsellik” aranması gerektiğine bakacak olursak, karşımıza çıkan şeyin daha çok “yöntem” noktasında buna duyulan ihtiyaç olduğunu görürüz. Yöntemse genellikle, “seçme yöntemi”, “sıralama yöntemi” vb. olarak karşımıza çıkar. Bana göre ise yöntem meselesi bu ileri aşamalardan önce en başta izlenen “düşünme yöntemi” ile daha çok ilgilidir. Yani bunun gerekçesiyle. Bu noktada antolojilerin ilişkilendirildiği ikinci nokta ise “edebiyat tarihine” katkı, “akademik alana kaynak yaratma” olarak karşımıza çıkar. Çünkü bu başlıklar, ortaya konulan herhangi bir çalışmanın örtülü niyetlerini kamuflaj edebilmenin en geçer nedenleridir. Aksi halde birlikte düşünürsek, “edebiyat tarihi oluşturmak” ne demektir? Bu bir anlamda da belkemiği ve hayatta kalması “tekrar”a dayalı olan “geleneği sürdürme”ye dayanmaz mı? Ana fikri hangi düşünceye dayalı olursa olsun, bir geleneğin varlığı ve devam ettirilmesi o geleneğin kurucuları, sürdürücüleri ve devralıcılarıyla aslında topluluğun yani bir düşünce etrafında bir araya gelmiş ve arzusu böyle yaşamanın devamı olan bir topluluğun var olma koşullarından birisi de değil midir? Yani kısaca hayatidir. O yüzden de bu denli önem atfedilir.

Tekrar, devamlılık, bir ana yön tayini, geleceği sürekli geçmişin ayak izleri üzerinde devam edilecek bir noktada görmek ve bunu belletmeye çalışmak; numuneler yoluyla henüz olmamışlara birer tarif sunmak yani türlü turnikelerden geçiş için koşulları peşin peşin vermek, dahil olma şartlarının altını çizerek farklı şiirlerin/ürünlerin yaşama şansını en aza indirgemek tam da otoriter bir yaklaşımdır. Neticede gelenek, buyurgan olandır da. Herhangi bir alanda dokuyu sık ve aralarından geçilemeyecek, havasız bırakacak kadar sık dokumak başka türlü bir yarının önüne de şimdiden set çekmek demektir. Bu noktada Nietzsche’den yapılacak kısa bir alıntı meramı daha derli toplu bir şekilde ortaya koyabilir:

  • “Tarih duygusu s ı n ı r s ı z b i ç i m d e egemen olup da tüm sonuçlarına varırsa, geleceğin kökünü kazır; çünkü bu tarih duygusu o zaman hayalleri yıkar, kuruntuları dağıtır, var olan şeyleri çevreleyen havayı da ortadan kaldırır; oysa var olan gerçekten katışıksız bir düşünüş içinde gelişmiş olsa bile, yine de korkunç bir erdemdir, çünkü her zaman canlı olanı, yaşayanı gömer ve yıkıma götürür de ondan: Onun yargılaması bir yok etmedir. Tarih güdüsünün arkasında yapıcı başka bir güdünün etkisi yoksa, hiçbir şey yıkılmıyor ve henüz ümitlerde yaşayan bir geleceğin kendi yapısını temizlenmiş bir temel üzerinde kurması için yıkıntılar toplanıp düzene konmuyorsa ve yalnızca adalet egemen oluyorsa, işte o zaman yaratıcı bir içgüdü gücünü de yitirir, cesaretini de.” (3)

Yani bu tür çalışmalar aracılığıyla bir şekilde geleceğin geçmişe kurban edildiğinden de söz edebiliriz.

Böyle bir tehlikenin olasılığından bütünüyle habersiz, bu kadar organize bir niyet taşımadan, kaygının yapılan işle ilgili değil de, işi yapanın kendisi üzerinde yoğunlaştığı antolojilerde ise
hedef ürünlerin bir araya getirilip dizilmesi yeterli görülür. Bunlar daha da derme çatma çalışmalardır. O eserin o antolojide hangi sebeple yer aldığı, eğer belirli bir niyet varsa, o eserin bu niyeti ne ölçüde ve hangi noktada tamamladığı belirtilmez. Bir dönemleştirmeye gidiliyorsa, bunun gerekçeleri açıklıkla verilmez. Keyfilik, en önemli ölçülerden birisi olarak altı çizile çizile belirtilir. Antolojiler, bizde daha çok şairler, daha da ötesinde eleştirmenler tarafından hazırlanır. Çoğu zaman şair/yazar hakkında ya çok az ve her yerde bulunabilir temel bilgiler verilir ya da sadece doğum tarihi ve doğum yeri belirtilerek geçilir. Eser hakkında ise neredeyse hiç yorum veya açıklama yapılmaz. Bir miras olarak görülen ve bir okuyucu kitlesine hitaben hazırlandığı söylenilen antoloji, okuru ile baş başa bırakılır.

Aslında bir başka sakınca da tam bu noktada ortaya çıkar. Sürekli onun adına seçilen ve “en iyiler” olarak belirlenen şiirlerin yer aldığı bu “çoklukitap” okuyucu için de “bir taşla çok kuş” anlamına gelir. Entelektüel olmayı her alanda az az bilgi sahibi olma görme eğiliminin yaygın olduğu günümüzde, okur herhangi bir antolojiyi edinerek, bu bilginin kendisi için “yeter ve gerekli bilgi” olduğu zannını sıkça taşımakta, böylece ilgisini bu bilgiyle sınırlı tutmakta, nadiren, sürekli yinelendiği gibi, bir antolojinin çok dallılığından yararlanarak o antolojide yer alan şairin eserlerine ayrıca yönelmektedir. Dolayısıyla, evet, her alanda seçerek, derleyerek yapılan çalışmalarla bir tür “antoloji okuru” da yaratılmakta ve genellikle okur da kendisini pek de yormadan önüne konulan bu “bilgi kitleri”nden ihtiyaç fazlası duymadan faydalanmaktadır. Yani antolojiler okura yönelik bir vitrin olarak sunulurken, aslında bu sunumda şairler de (yine onun adına, onun şiir evrenini temsil ettiği iddiasıyla) bir ya da birkaç şiiri ile derlenip toparlanmaktadır. Bu da hemen başka bir açıdan, özellikle de iki ucu kapalı antolojilerde şairlerin “en” şiirlerinin durmadan yinelenmesiyle hem “antoloji şiiri” söylemini doğurmuş hem de şairin diğer şiirlerini sürekli geri planda bırakmıştır.

Antoloji hazırlamak, temelde bir teklif sunmak, bir harita çizmek demektir. Bu teklifin hangi sınırlar içerisinde ve kimin teklifi olduğu önemli noktalardan birisidir. Eğer teklifin sahibi, içinde bulunulan alanda söz/otorite sahibi biri ise onun seçimlerine itibar ile “herhangi” birisinin hazırladığı antolojiye itibar arasında fark vardır. Bu fark aynı zamanda antoloji hazırlayıcısının otorite talebinin kabul edilip edilmemesini de belirler. Hemen söz etmek gerekirse, nerede bir mutabakat varsa, sözcük kulaklara sevimsiz gelse de, orada bir pazarlık da vardır. Bu tip durumlarda “otorite” olarak sözü edilen şeyden kasıt, bilirkişi anlamından uzakta, “yetki” sahibi ya da talepçisi olarak algılanması ve böyle olduğudur.

Ülkemizde farklı zamanlarda hazırlanan, çok sayıda olmayan antoloji genellikle tartışmalara neden olmuştur. Ancak bu tartışmaların çoğu belli bir mesnete dayanarak oluşturulmamıştır. Antolojiler, bir bütün olarak değerlendirmeye tabii tutulmamış, hele yöntem tartışmalarına hiç girilmemiş sadece antolojide yer alan/almayan şairler noktasına takılıp kalınmıştır. Aynı akıbet yıllıklar için de geçerli olmasına rağmen, antolojilerin içeriği ve değeri, yıllıklardan kat kat üstün tutulduğu için, yıllık tartışmaları sayıca daha fazla olsa da kopardığı gürültü toplamda antolojilerinkine ulaşamamıştır. Burada sorulması gereken başka bir soru, bu kadar kızılca kıyametin kopmasına neden olan şeyin esasta neye tekabül ettiğidir.

Bu noktada yeniden bir kanon bağlantısı kurmak gerekirse, tüm bu çalışmaların nihai bir edebiyat kanonun oluşması için yapıldığı söylenebilir. Her ne kadar teorik olarak nesnellikten söz edilebilirse de bir eleştirmenin seçimlerinde nesnel olduğunu, olabileceğini söylemek güçtür. Eleştirmen, bir okur olarak kendi beğenisine yönelmekte bir insan olarak haklıdır ancak bu beğeniyi ortaya koyarken seçimleri şahsi olsa bile eğer gerekçeleri nesnel olarak ortaya koyabiliyorsa yani bir eleştirmenin seçimi, bizzat şaire yönelik ilginin ötesinde ise, nispeten nesnelliğe ulaşılmış denebilir. Bizim daha çok ve genel olarak herhangi bir eser üzerine yazılan yazı, eleştiri vs. de rastladığımız şey ise “aşkın”lıktır. Yani yazının vaat ettiği şeyi, eser karşılayacak durumda değildir. Buna rağmen göz alıcı parlaklıkta, okuyana öyle bir eseri özletebilecek derecede iyi kaleme alınmış yazılara rastlamak da mümkündür. Dolayısıyla eleştirmen böyle davranarak ya da seçimleriyle, bunları kitleye nasıl transfer ettiğiyle alakalı olarak bir ismin ya da belli isimlerin öne çıkarılmasına neden olabilir. Hatta işin mutfağında neler olup bittiğini bilmeyenler üzerinde bu işaretlemeler etkili de olabilir. Elbette bu biraz da kehanette bulunmak gibidir. Var olana dayanarak henüz var olmayanı tanımlama işinde eleştirmenin yanılabilmesi de mümkündür… Ama dayanakların gelip geçici olduğu durumlarda seçimlerindeki isabetsizlik eleştirmenin kendi bindiği dalı kesmesine de neden olabilir.

Genel olarak bir antolojide yer alabilmek için (yaşayan şairlerde bilhassa ve yine) % 70 devam zorunluluğu aranır. Dergilere devamlılık, kitap çıkarmaya devamlılık, ödüllere devamlılık, görünür şekilde sürekli şiir yazmaya devamlılık, ilişkilere devamlılık, tanıtım yazılarına devamlılık, cemaate devamlılık gibi. Yunan şiiri, Arap şiiri, Fars Şiiri, Halk şiiri, Divan şiiri, Osmanlı şiiri, vatan şiirleri, anne şiirleri, baba şiirleri vs. gibi tali içerikli antolojileri (aslında seçki, derleme, güldeste daha doğru) bir yana bırakırsak çok sayıda olmayan şiirin tümüne yönelik antolojilerde seçilen başlıklar bile birbirlerine rakiptir. Büyük Türk Şiiri Antolojisi, Çağdaş Türk Şiiri, Yeni Türk Şiiri vb. Kimin büyük, kimin yeni, kimin çağdaş olduğu hakkıyla belirtilmeksizin bu görkemli isimler altında sayfa sayısı binleri bulan, cilt cilt antolojiler hazırlanır.

Öte yandan mesela, devlet eliyle (Kültür Bakanlığı, 2006) sessiz sessiz hazırlanan “20. Yüzyıl Türk Şiiri” antolojisi “100 Şair 100 Şiir” alt başlığıyla konuyu, güya kendi dışından 4 editörle, 148 sayfada derleyip toparlar ve uluslararası düzeyde sunar. Ama asıl marifeti sıraların altına sene başında yekten koyduğu edebiyat ders kitaplarıdır. Bu kitaplar her hükümet döneminde gözden geçirilir, elemeler, eklemeler yapılır, yön tabelaları değiştirilir. Çünkü ne de olsa ağaç sahiden de yaşken eğilmektedir. Zorunlu eğitimin zorunlu olarak yüklediği bilgiler, birey bu zorunlu sürecin sonrasında kendisiyle baş başa kaldığında, çoğu zaman büyük bir yıkıma tabi kalıyor ve ortaya çıkan molozun temizlenerek yerine yeniden arzu edilen bir yaşam bilgisinin konulması ne yazık ki yılları alıyor olsa da bu nispeten gerçekleşiyor. Devlet, bireyi bir ahtapot gibi saramadığı noktada en çok “ya tutarsa” yöntemini uygulamakla yetiniyor. Adı “100 temel eser” olarak belirlenmiş seçilmişler listesine, her yıl gönlüne göre eklemeler yaparak, esneterek, sündürerek güdümünü sürdürmeye devam ediyor.

Ama zaman değişiyor. Değiştikçe de artık bazı şeylerin “eski hamam eski tas” yöntemleriyle işleyemeyeceği ortaya çıkıyor. Ne var ki, geleneği hep aynı yerinden tutan zihniyet “gözlerini kapayıp vazifesini yapmaya” aynı şekilde devam ediyor. Özellikle kitap basımının, basılı kitaplara ulaşmanın güç olduğu, ortada görülüp görülünebilecek birkaç derginin olduğu, herkesin aynı antolojiyi okuduğu, aynı yıllıkta yer almak için uykusuz kaldığı geceler geride kaldı. Elbette bu işler son mu bulacak, hayır. Ama örneklerini gördüğümüz gibi “ana akım” denilen şeyin dışında, birey artık tüm bunlara tabi olmaksızın varlığını sürdürebilir. 2010 yılı sonu itibariyle 30 Milyon kişinin internet kullanıcısı olduğu ülkemizde edebiyatın, şiirin, şairin, yazarın ve en önemlisi “tüm bunların kendisi için yapıldığı söylenen ve bu hesaplardan bihaber olan okur”un internetle olan ilişkisini sosyal medyanın dışına taşırabilmesi için belli ki daha zamanı var. Kaldı ki daha bugünden çok farklı içerikte ve biçimde hazırlanan, klasik antoloji tanımının dışında olan ya da klasik antolojilerden umulan faydanın kat kat ötesinde içerik katkısında bulunan antoloji niteliğinden ötesine sahip, sınırlarının içeriğiyle çizildiği çalışmalara da rastlamak mümkün.(4)

O halde istersek, klasik anlamda kanona, antolojilere ve yıllıklara, sayısız yarar sıralayarak sempati ile de bakabiliriz. Tüm bunların koca bir kültürel mirası gelecek kuşaklara aktarabilmek için lüzumlu kültür aygıtları olduğundan söz edebiliriz. Daha elimizde ciddi ciddi oluşturulmuş bir şiir tarihimiz bile yokken, akademilerde şiir bölümleri bile oluşmamışken, edebiyat tarihine katkılarda bulunulduğundan, akademik çalışmalar için zemin hazırlandığından (kısmen yaptığımız gibi) dem vurabiliriz. Ama bunu yaptığımız anda da bugüne dek akıp giden şeyin dışında bir şey söylemiş olmayız.

Kanonlar, antolojiler ve yıllıklar, bana göre zincirleme çalışmalardır. Yıllıklardan başlayan rota, bir heves olarak ya da deneme mahiyetinde yapıldığı seferlerin dışında, her zaman daha büyük bir arzuya yönelik atılan adımlardır. Damlaya damlaya göl olacağı, karşılık bulamayacağı pek çok alanın varlığına rağmen, bir düstur gibi belleklerimizde yer etmiştir. Çocuklarımızın hangi şiirleri okuyacağına bugünden karar verme telaşı, şiir menzilinin çok daha ötesinde bir noktaya tekabül etmektedir. Güdümlü diyebileceğimiz bu hat üzerinde yıllıklara karşı olup, antolojilerden yana olmak, antolojilere karşı olup, kanon kaygısına düşmek içler dışlar çarpımı yapıldığında, gün gelir ortada sağlaması yapılacak bir işlem bile bırakmayabilir. Kaldı ki mesele buralardan bile başlamaz. Günün, ayın, yılın şairi; çok satanlar, çok belletilenler; en iyi’ler soruşturmaları, hakeza ödüller, ödül belirleyiciler, ödül alıp verme yolları yöntemleri, belirli isimleri sürekli öne çıkarma çalışmaları vs. hiç birbirinden uzak ve ayrı ayrı değerlendirilmesi gereken şeyler değildir.

Elbette bir “anlaşılmamış dâhiler” topluluğundan da söz edilmeyebilir ve zaten bunlar sayıca da nitelikçe de çok azdırlar. Bu örnekler sadece yazdıklarıyla değil yaşamlarıyla da zaten ayrıksılık göstermişlerdir ve o kadar da kolay “emsal teşkil etmezler”.

Dolayısıyla bütün bu söz ettiklerimiz için de buna uymayan nadide isimler, çalışmalar, (son dipnotta da belirtildiği gibi) vs. yok mudur? Şüphesiz vardır ama açıkçası, karşı karşıya olduğumuz kaidenin, istisnaların bozamayacağı kadar kuvvetli ve belki de kadim oluşu istisnaların herhangi bir niyet aklamasına yetmeyeceğinin de göstergesidir.

Dipnotlar

1- Kış Ruhu, Edward Said, Çev. Tuncay Birkan, 1. Basım, Metis Kitap, Kasım 2000.
2- A.g.y.
3- Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine, F. Nietzsche, Çev. Nejat Bozkurt, 8. Baskı, Say Yayınları, İstanbul, 2005, s. 93
4- a) Ubu Web, http://www.ubuweb.com/
b) Homo Sonorus, Uluslar arası Ses Şiirleri Antolojisi, Hazırlayan:. Dimitri Bulatov, http://www.kunstradio.at/PROJECTS/CURATED_BY/BULATOV/
c) The Last Vispo Anthology, Son Görsel Şiir Antolojisi, Hazrlayan: Crag Hill and Nico Vassilakis, 2010 http://www.thelastvispo.com/about/
d) Media Poetry: An International Anthology, Hazırlayan: Eduardo Kac, Bristol, UK: Intellect Press, 2007, http://www.ekac.org/media.poetry.TOC.html
e) New Canons and New Media:American Literature in the Electronic Age, Hazırlayan: Randy Bass http://college.cengage.com/english/heath/editorintro.html

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Back to top