bozuk düş

                     güle kan damladı 

bir çocuk düştü içimden
işte kan kardeşiz artık
genişleyebilir hayatın damarları

düştüğüm her tuzak güzelleştirirken çehremi
yeni yetme bir çıban yol alıyor yüzümde
o meyhaneler ki
geceyle açılan çukurlardı içimizde
saçlarımız kırık
kalbimiz bozulmuş yeminler kuyusu

her sevinçte iç burkan bir tereddüt
her sevişte yaralayan bir bakış
içimde vahşi bir hayvan ağlıyor
birazdan yükselir susuşunun ırmağı
çoğalır ellerinde tomurcuklanan keder
bu bir sarnıçsa eğer
                           yere batsın aşk...
etimde mor bir güne dönsün akşam

siz miydiniz
geceyle sabahı buluşturan kör çelişkide
siz miydiniz
her mevsimi gelmeden yok eden takvim sevdalısı
elimin kiriyle temizliyorum yüzünüzü
siz miydiniz suya konmuş dal parçası sevincim
yoksa günaydınlar açan mavi sümbül mü
bir ırmak taşacak böyle giderse
dört mevsim yalnızlık açacak çocukluğum

siz miydiniz elma kokusuna rakı batıran
devrik bir cümleyi doğrultan kalemiyle
ama yanan su şimdi
yanan ateş
yanan kan  
toprağına aşık böcek sevdası büyütün niçin’lerinizle
hırçınlığınızla açılsın hayatın kapıları
yoksa elleriniz düşman kesilecek geleceğinize

ne çıkar artıları artıklara dönüştüren hayat
bilmem kaç bilinmeyenli bir denklemse
ne çıkar düşerken kanadıysa gözlerim
ben uyurken uyanıksanız siz
belki birazdan
saçlarımdan asacağım kendimi bir tablonuz için
olmayan bir renge dönüşecek aşkınız

diziliyor işte hayatın cam kenarına ezilmiş çiçekler
yaprağı açan dal parçasına dönüşüyor koparılmış her ağaç
siz miydiniz o ağacın hüznü
o hüznün yamacı
ve kemiren dişleriyle bir elmayı en sert yerinden
siz miydiniz
dağın öbür tarafından akan ince nehir
yüzünüz kızıl denize dönmüş haritasız bir gezgin

el yazınız kehaneti sanki gelecek günlerin
bekliyoruz yerine dönsün diye kaçıp giden her anlam
yetmedi mi küfrü yakıştırdığınız dudaklarınıza bu naz
mucizevi bir yalnızlık yaklaşırken ağır ağır
saflık düşüyor ellerimden yere
kurşuni bir kırgınlık kol geziyor başımda
ya daha da yükselirse duvarlar
ya girilmez yazılırsa kalbimin üstüne

olan oldu... ne çıkardı olmasa da... olsa ne çıkar
yani terk etmese gecesini sabahlar
ve bir sözcükle bölünmese uykular
olan oldu... dalında kırıldı gül...  akıp gitti düş
olan oldu...
sen’de gizli bir mahzendir şimdi susan ‘öteki’
hercailer terk ederse  menekşeleri
bir kerede kırılır boynumun en ince yeri
parmak uçlarımı öper tanımadığım bir ses

öfke kusursuz bir katildir mazur görülebilir böylesi
hazırım peşin hükümlerle yargılanmaya
ve yerimi almaya kanatan aşklar arasında

tuhaf mı sorularla sevişmek her gece
aynı soruyu gezdirmek zihninin en mahrem yerinde
gözlerim küçüldükçe anladım
neresi yalan söyler bir yüzün
kan çanağında okşadım sözcükleri
sünger gibi çekildi içime hüzün

genet’in balkon’undan düşüyorum her gece
bir ılık sartre sarmalıyor var oluşu

yıkılsın yıkılacaksa
uzayan gecenin suru
çalınsın çalınacaksa wagner
gürültülü ve özgün
tuzak dediğin nedir söze takılan dilden başka
gülü sorsalar
derdimdir derdim açtığı bahçeler
ağlar derdim
 ıslanınca yaprakları yağmurdan

sanki sen geleceksin
ve sarhoş bir geceyi çağıracak zaman

tarlabaşına yürüyorum
cebimde korkusuz bir şarap şişesi
içmekten mi geliyorum ölümü yudum yudum
şarabı mı kaçırıyorum sarhoş dudaklardan
nedir... asma ağacının bunca ihaneti
dökülüşü dudaklarından her sevişmede hüznün

sus... çünkü hazırdır ağzının mağarasında ilkel bir küfür
hatırlatma kaz dağlarında uçuşan eteklerimi
ve yaprak biriktiren göle düşen yüzünü
uykum...
kimin umrunda güzel değilken düşlerim
kim gezinmek ister bir kabusun ortasında

bana eski sözcükler söyleme artık
cümleleri boz
daha zamanı var
yemiş yüklü ağaçların kentlere inmek için
ormanın zamanı var ağaçları tutuşturacak kadar
su aksın
 yol bulsun kendine taşların arasından
deniz beklesin
 beslesin diye aç yüreğini onlarca ırmak

dünyadayım... sözüm yok
bir ihtimal kadar belirsizim
bir ihtilâl kadar yalnız
düştükçe alnıma uzayan perçem işareti kirliliğimin
ve uzun bir hava yaklaşıyor uzaktan

daha sıcak olacak diyorum bu yaz
birden bastıracak
umrunda olmayacak kimsenin ilkbahar
bu eylül kim bilir neyle geçecek
kim bilir nasıl

tabut taşıyan kırlangıçtı nisan, kapımızı çalan
insan kuyu içinde kuyuda saklanan yılan

proleter yalnızlıkları sevmez hiçbir devlet
tehlikelidir bir başına işleyen saat
kim gelse yol yorgunu, hep doludur koltuklar  
hem bizden kime ne
kime ne bağışlanılmaz suçlarımızdan
ayıplarımızdan
içimizde bilginin tek kişilik hücresi
tecimsel bir teşebbüs çıkıyor karşımıza
anlamıyorum ne çabuk oldu sabah
sen ne zaman gittin
ne zaman söndü ışıklar
ne çabuk yer değiştirdi ağzımda dişlerim
ekmeği koparsam toprağın canı acıyor
şaraba bansam üzüm eziliyor avuçlarımda
hem bize ne durmadan dönen her şeyden
insandan mesela
ayağa düşen mısralardan
söz bitti mi sanki

sus...
çünkü yine bitip gitmekte bir gün
ve yine geri döndü her gün yazdığım mektup
kimse gelmedi     
gülmedi içimdeki çocuk
çiçekler soluyor... görüyorum
‘solmayın’ diyorum ‘kalbimde açtığınız yerde’

‘solmayın,
yüzüme bakarken,
eğmeyin başınızı’

Back to top