Katliam

Uluslararası film festivali kapsamında izledim bu filmi birkaç gün önce. Aslında benim seçimim değildi ama günlük kader filmi izlememe neden oldu. İzlemeden önce tüm bildiğim filmin 62. Cannes Film Festivali'nde en iyi yönetmen ve en iyi müzik ödülü aldığıydı. Bir Filipinler filmi olduğu ve bir de Nuri Bilge Ceylan'ın da bu jüride yer almış olması ve filmi çok beğendiği. 2009 Mayıs ayında ilk gösterimi yapılmıştı yani.

Filmin hikâyesi aslında çok basit. Bir çetenin alacak verecek davası üzerinden bir hayat kadınını öldürüşü. Öldürmek deyip hafifleştirmeyelim tabii, katledilişi diyelim. Filmin başından itibaren katliam diyebilmek için bir kişiye yapılanların bile yeterli olacağını düşünmeye başlamıştım zaten. Ve ne derece bir şeyle karşılaşacağımızı da düşünmeden edemedim. Aynı zamanda civardaki esnaftan haraç toplayan bu çeteye bir geceliğine dahil edilen (ilk deneyim) bir polis akademisi öğrencisi de filmin ana karakterlerinden birisi. Filmin söylemek istediği en ağır şeylerden birini de oluşturuyor. 2 saat kadar süren filmin hemen hemen üçte ikisi zaten psikolojik gerilim diyebileceğimiz bir yolculuğu içeriyor. Bir minibüsün içinde biz de gidiyoruz varılmak istenen yere doğru. Cellatlar, kurban ve çok sayıda tanık, dozajı son derece yüksek şiddeti göstermekten çok (ki çoğu zaman örtülü sahnelerdi) hissettirmeye çalışan sahneler. Sonuçta beklenen katliam gerçekleşiyor ve kadını vücudunu parçalara ayırmak suretiyle öldürüyorlar.

İlginç olan, seyirci açısından (ki iyi bir korku ve gerilim filmi seyircisi hiç ama hiç değilimdir) yönetmen bunu bir kerede ve belleklere kazınacak şekilde yapmıyor. O sahnenin ilk çarpıcı karesinden sonra sanki parçalarına ayrılan şey bir insan bedeni değilmiş de plastik bir mankenmiş gibi hareketler son derece basit, sıradan, cellat sanki normal bir iş yapıyormuşçasına sakin görünüyor. Dolayısıyla tıpkı yaşamda olduğu gibi olay şiddetin aşırı sunumuyla artık normalleşmesi halini alıyor. Bu artık herkesin bakabileceği (şu anda benim yaptığım gibi) söz edebileceği bir hale geliyor. Bence filmin en büyük eleştirisi buydu ve bu anlamda da çok başarılıydı. Yoksa zaten ölmüş bir bedenin sahibine, o öldükten sonra uygulanan herhangi bir aşırı usülün o beden için bir ehemmiyeti yok. Kurban bence tam da bu noktada aslında hayatını kaybettiği için kurban değil. Celladının travmalarını ya da psikolojik sorunlarına kurban edildiği için kurban.

Ki filmin bir sahnesinde kendisini bir reklam direğinin tepesinden atmak isteyen genç çocuğa annesinin canhıraş seslenişlerini duyuyoruz. Tabii ki ağlıyor, aşağı inmesi için yalvarıyor bağırıyor. Bunların hepsini zaten görüyoruz, izliyoruz. Ancak bir tv kanalı için habere dönüştürülme aşamasında spiker kadın tam da bu kadının yanında ikinci bir naklen yayın yapıyor. Şöyle düşünün, "evet annesi hala ağlıyor (kadının ağladığını zaten görüyoruz), umutsuz bir şekilde oğluna sesleniyor gördüğünüz gibi (seslenişini de zaten duyuyoruz)... " türünden yanındaki kadına bakarak ve onu izleyerek bu bize haberlerin bir parçasıymış gibi sadece "bir haber" gibi paketleniyor. Dolayısıyla seyirlik bir şeye dönüştürülmüş oluyor aynı zamanda. Aslında filmin ana temasıyla hiç ilişkisi olmayan bu vb. sahneler de asıl söylenmek istenen şeyi örnekleyen başka kısımlar.

Bir polis akademisi öğrencisinin bu katliamı anbean izleyişi ve polis olmayı da sadece motorsikletli polisler daha fazla para kazandığı için istiyor oluşu, trajedinin başka bir yanı. Ve film boyunca erdemi ve dürüstlüğü işaret eden kutsal kitaptan parçalar. Özü "dürüstlüğünü bir kez kaybedersen artık olan olmuştur ve sonrası farketmez" esasına dayanan bir yan yani...

Sonuçta iyi bir film evet, sinemadan beklenen ortalama arzuları tatmin edemese bile. Ki bunu yetersizlik açısından söylemiyorum. Filmin ortasında salonu terk eden seyirciler açısından söylüyorum. Film aklıma "Paramparça Aşklar ve Köpekler" filmini de getirdi tabii.. Orda bir sürü şey çok daha farklıydı ama yine de şiddet açısından baktığımızda bir karede bile o köpek dövüşlerini bütünüyle ve detaylı vermeyen film, atmosferiyle sizi diken diken etmeye yetecek kadar şiddet transferi yapıyordu. Bunu yapmak için sinema perdesini kan gölüne çevirmeden hem de...

Belki vizyona da girer, kim bilir...

Yönetmen: Brillante Mendoza
Müzik: Teresa Barrozo

*Official Selection, Palm d'Or, 63rd Cannes Film Festival
*Best Director, 63rd Cannes Film Festival
*Best Director, 42nd Sitges International Film Festival in Spain
*Best Original Soundtrack, 42nd Sitges International Film Festival in Spain

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Back to top