sinema günlüğü
İzleyerek oluşmakta olan küçük bir arşiv ve seyir listesi:
Christopher B. Landon (1975) Amerika [02/07/2011]
- 2010 - Burning Pulms - Yanan Palmiyeler
Pinchas Perry
2007 - When Nietzsche Wept - Nietzsche Ağladığında [15.05.2011]
Irwin D. Yalom'un yazdığı "Nietzsche Ağladığında" romanından uyarlama. (; kitap için) Hevesle izlemeyi diledim ama sonucun çok verimli olduğunu söylemek zor. Söz konusu olan Nietzsche olunca filmi sadece bir roman uyarlaması olarak görmek de güç. Böyleyken de Nietzsche denildiğinde fikir sahibi olunmadan ya da kulaktan dolma bilinebilecek her şeyin filme serpiştirilmiş olması o büyüyü yaratmıyor. Salome'nin işlenişindeki cılızlık da cabası. Ki bir yanda Freud, Bertha, Anna O gibi yeterince işlenmemiş kısımlar da mevcut. Ya Nietzsche'yi unutup da izlemek lazım ya da izlenmese de kayıp sayılmaz. Bir filmin direk bir filozofu ya da felsefeyi konu edinmesi için başka bir altyapı da gerekiyor galiba. Bu anlamda henüz çok başarılı bir örneğe rastlayamadım ama arıyorum.
Robert Longo (1953) (Amerika)
- 1995 - Johny Mnemonic
[14.05.2011]
William Gibson'un Neuromancer romanından esinlenerek yapılmış bir film. ( şurdan biraz bilgi alınabilir Mnemonic, daha baştan bilenler için bir ipucu veriyor aslında. Mitolojide "hafıza tanrısı" olarak geçen "mnemosyne"den geliyor sözcük. Hikâye hafızanın da bir tür cd/dvd/kaset şimdilerde flash bellek vs. gibi taşıyıcılık yapmasına dayanıyor. Johny Mnemonic, hafızasının çocukluk bölümünü kaybetmesine karşılık, bilgi kuryeliği yapıyor ama kapasitesinin üstündeki bu bilgi sinir sistemini harap ederek ölümüne yol açabilecek şekilde tehdit ediyor onu vs. Senenin 1995 olduğu düşünülünce konu dönemine göre parlak belki ama film için aynı şeyi söylemek güç. Derinlemesine işlenebilecek olan tema burada daha çok aksiyonun yüzeyselliği ve baskınlığında kaybolup gidiyor. Bir süre sonra ana meselenin ne olduğu ya da böyle bir bilgi taşıyıcılığının hafızayla vs. ilişkisi de kaybolup gidiyor. Vasat.
Mamoru Oshii (1951) (Japonya) [11.05.2011]
- 2005 - Ghost in the Shell 2: Innocence
Ghost in the Shell 1 için de ama özellikle 2 için yazmak istiyorum ayrıca. Ama tekrar izledikten sonra ve birkaç hafta sonra ancak.
- 1995 - Ghost in the Shell
Chang-dong Lee (1954) (Kore) [11.05.2011]
- 2010 - Poetry - Şiir
Tolga Örnek (1972) (Türkiye) [02.05.2011]
- 2010 - Kaybedenler Kulübü
Bir tarihin tekrarından çok ötesi. Çünkü yaşamda "kaybetmeyen" neredeyse yoktur. Hatta en çok kaybedenler belki de en çok kazandığını düşünenlerdir. Ya da her şeyin fazlasına sahip olduğunu sananlar. Bazen bazı filmlerin kendilerini çok çok aştıkları noktalar vardır. Bir sinema eseri olmasının her bir ayağını oluşturan şeyler ne ise, onların az ya da eksik ya da yetersiz olması; osunun busunun kusurlu olmasını geride bıraktıracak şeyler. Çok eskiden geçilip gidildiğini artık bittiğini sandığın yollar, eskisi gibi sıkça düşünmediğin için unuttuğunu sandığın zamanlar; benzer anların içinde ya da çok yakınında olduğunda, öznesi sen değilmişsin gibi düşündüğün; kiminde çepeçevre sarıldığın her şeyce bir eşya gibi ya da bir nesne gibi olduğun... bitip gitmiş bir şey yokken... sadece sen, zaman, komşu gezegenler değişmiş ama evren aynı evrenken; kendini her türlü monitörde bir başkası gibi izlerken; başkalarından bambaşka olduğun yönlerinin herkeste başka türlü olduğunu bir kez daha göre göre bildiğin anlar... Nedense her şey değiştiğinde de değişen şeylerin yine değişmemek üzere evrildiği, devrile devrile de olsa aynı noktaya geldiği, senin de kaçınılmaz olarak hep aynı yerden her seferinde aynı yere gelmek için başka başka yolları gittiğin, başka başka yöreleri kendine yurt edindiğin; bir yurdun var sandığın olmadığını bile bile... daire.
Andrew Ruhemann [01.05.2011]
- 2010 - The Lost Thing (Kayıp Şey)
83. Oscar ödüllerinde en iyi kısa metrajlı animasyon filmi ödülünü almış bir kısa film. 15 dakikalık. Aslında filmin metni Shaun Tan'ın resimli bir kitabından alınma. shaun tan'ın web sayfası
Filmin şöyle de bir sitesi var
Hiçbir şeye benzemeyen ve hiçbir şeyin arasında yeri olmayan tam anlamıyla "kayıp" bir "şey"i ait olduğuna ulaştırmak için verilen bir çaba.
Richard Linklater (1961) (Amerika) [27.04.2011]
- 2001 Waking Life / Hayata Uyanmak
Sinemaya olan hayranlığım iyi filmler izledikçe artıyor. Belki bir noktaya kadar böyle film mi olur denilebilir. O da ortada bunu dedirtecek tek şey peş peşe konuşan farklı insanların bir filmde değil de belki bir felsefe sempozyumunda kişisel bildirilerini sunuyormuş gibi fikirlerini açıklamaları. Varoluşçuluktan, postmodernizme, anarşizmden, evrim teorisine, carpe diemden, fantastik dünyaya, benden ötekine varana dek, düşünebilen bir insanın kendi kendine sorduğu, sorabileceği; aklına sormak gelmediyse bile bilinç altında dürtülmeyi bekleyen her şey. Büyülü ve hâlâ çözlümememiş "rüya" ekseninde, rüya içre rüyanın boyutları.. Uykuyla rüya, uyanıklıkla uykuda olmak. Çok çok güzel bir film. Başlangıç'ı da (Inception) hatırlatıyor tabii. Aslında rüyanın bütün türevlerini. Ve "uyan"maya giden yolda etkileyici bir son.
Ayrıca film bildiğimiz animasyon tekniğiyle değilde ingilizcede "rotoscoped" denilen canlı çekimlerin animasyona dönüştürülmesiyle oluşuturlmuş. Bununla ilgili ek bilgi
Kurt Wimmer (1951) (Amerika) [26.04.2011]
- 2002 Equilibrium / Denge
Film "İsyan" adıyla çevrilmiş ama aslında sözcük Latinceden geliyor ve "denge, sakinlik" anlamında. Belki de kastedilmek istenen şey buradaki haliyle, "hissizlik".
"Prozium" adlı verilen bir ilaçla insanların her türlü duyguyu hissetmesinin yasaklandığı bir dünyadayız. Bir tür distopya, daha da açık söyleyelim faşist bir dünya modeli. Sözde insanların savaştan uzak ve daha rahat olmaları, özünde ise daha "itaatkâr" olmaları için oluşturulmuş bir sistem. Düzenli olarak insanlara bunun onların iyiliği için olduğu duyuruluyor, gösteriliyor ve hem hisstmek hem de hissetmeye neden olabilecek her türlü obje yok ediliyor. Resim, müzik, estetik hisler uyandırabilecek her tür şey, renkler ve süsler dahil... Herkes, her şey tek tip. Özlenen eski dünya ise yeraltı, yani direnişçiler. Her şeyin hisleri günden güne bastıran ve kontrol altında tutan (prozac ve valium kombinasyonu) "prozium"un bir gün alınmamasıyla hisstemeye yeniden başlayan bir adamın çizdiği kader ya da distopyanın sonu diyelim... İnsanda bugün içinde bulunduğumuz düzende de bir tür "hissizleştirme hali" yaratılmaya çalışıldığı duygusunu veriyor. Neyse ki hâlâ hissedebiliyoruz. Hissetme suçlusu olarak itham edilebileceğimiz zamanlar da gelecek mi acaba?
Kurt Wimmer, senaryoyu da kendisi yazmış. İzlenesi.
Abbas Kiarostami (1940) (İran)
- 2010 - Copie Conforme / Aslı Gibidir
- 2008 - Şirin
Abbas Kiarostami'nin en farklı filmlerinden birisi. Çünkü bu film bizzat sinemanın kendisiyle ilgili. 12. Yüzyılda ortaya çıkan "Hüsrev ile Şirin" hikâyesinin filmini sinemada izleyen seyircileri izliyoruz film boyunca. Filmin içindeki filmi hiç görmüyoruz. Ama duyuyoruz (ve altyazı ise okuyoruz). Bunun dışında bütün o gerilim, duygu, uyuşukluk ya da canlanma.. 2 saate yakın bir süre, 2 saate yakın bir süre güya pasif bir halde oturup film izleyen birilerini izlemek. Kesinlikle sıkıcı değil...
Bård Breien (Norveç)
- 2006 - The Art of Negative / Olumsuz Düşünme Sanatı
"Olumsuz düşünmeyi öğrenmeden olumlu düşünemezsin."
Benoid Jacquot (1947) (Fransa)
- 2000 Sade
Fransız İhtilali sırasında Robespiere'in ve Cumhuriyetçilerin seri yoketme ve ateizm karşıtı büyük gösteriler planladıkları zamanlarında yazdıkları ve yaptıklarıyla bu hedeflere isabet eden Marquis de Sade'ın yaşamından bir kesit. Ünlü romanı "Justine"in de oluşmaya başladığı zamanlar. Ayrıca Daniel Auteuil, Sade rolünde oldukça iyi bir oyunculuk sergiliyor.
Cohen Brothers (Joel David Coen - 1954 / Ethan Jesse Coen -1957) (Amerika)
- 2009 A Serious Man / Ciddi Bir Adam
Darren Aronofsky (1969) (Amerika)
- 2000 A Requem for Dream / Bir Düş İçin Ağıt
- 2010 Black Swan /Siyah Kuğu
Öldürmeye nerden başlamalı?
David Michôd (Avusturalya)
- 2010 - Animal Kingdom / Hayvanlar Krallığı
Bence yine en iyilerden. İsmiyle müsemma. İnsanın ne olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. İçgüdü dediğimiz şey hep hayatta kalmaktan yana hareket ediyor ve aslında bu noktada duygunun da bir önemi yok.
Derek Jarman (1942-1994) (İngiltere)
- 1986 - Caravaggio
- 1993 - Blue / Mavi
- 1993 - Wittgenstein
Bütün Jarman filmleri gibi bu da sıradışı bir film. Wittgenstein'ın hayatı çocukluğunun ağzından anlatılıyor. Özellikle dille ilgili argumanı nedeniyle karşılaştığı tepkiler, sıkıntılar, Russell'la ilişkisi... Yaşamından kesitlerle anlatılıyor.
Elia Kazan (1909-2003) (Amerika)
- 1951 - A Streetcar Named Desire / Arzu Tramvayı
Tennessee Williams'ın oyunundan uyarlama. Vivien Leigh (Blanch) , Marlon Brando (Kowalski), Kim Hunter (Stella) başrollerde. Oyun zaten metin olarak da mükemmel bir oyundur. Bence metinden filme geçişin boşlukları ve döneme uygun olarak bazı kesintilere gidilmişse de son derece iyi bir film.
Fernando Ezequiel 'Pino' Solanas (1936) Arjantin)
- 1992 - El viaje / Yolculuk
François Troffaut (1932-1984) (Fransa)
- 1959 - Les Quatre Cent Coups / 400 Darbe
Fransızcada "okulu kırmak" anlamına geliyormuş 400 Darbe. Troffaut'un dönemin toplumsal işleyişini eleştirdiği bir film. Hiç deniz görmemiş bir çocuğun gözünden suç işlemeyi istemeden de suça yavaş yavaş itilişinin hikâyesi.
Gaspar Noé (1963) (Arjantin)
- 2002 - Irreversible / Dönüş Yok
Şiddetin bu kadarı da fazla diyebiliriz belki. Ama tüm bunların olmadığını söyleyemeyiz. Kendinden ve yaşamdan (olumlu/olumsuz) çok emin, çok cesur, çarpıcı bir film. Pek çok eleştiriye de maruz kalmış benzer nedenlerle. Özellikle filmi kurmaya başladığı noktaya bakınca... Bazen her şey sondan başlamaz mı gerçekten de...
Gela Babluani (1979) (Ermenistan - Fransa)
- 2005 - 13-Tzameti
Ermeni bir yönetmen. 13'ün uğursuzluğunu kırmaya yönelik gibi de duruyor ismi. Kaybedecek çok fazla şeyiniz yoksa yani riski artırabiliyorsanız (hayatınız pahasına da olsa) kazancınız da o oranda artabilir. Tabii görünüşte. Çünkü bu sefer de o kazanç, hayatınız pahasına olabilir. Acımasız denilebilecek bazı şeylerin insanda, insanı nasıl bir nesne olarak görmeye dönüşebileceğinin iyi bir örneği.
George Lucas (1944) (Amerika)
- 1977 - Star Wars: Episode IV - A New Hope
Hector Babenco (1946) (Arjantin)
- 1985 - Kiss of The Spider Woman / Örümcek Kadının Öpücüğü
- 2003- Carandiru
- 2007 - El Pasado
Istvan Szabo (1938) (Macaristan)
- 1981 - Mephisto
Film bir Mefisto uyarlaması değil ama başroldeki Hendrik Höfgen'in kişiliği tam bir Mefisto yapısı. İnanılmaz bir başrol oyunculuğu...
James Cameron (1954) (Kanada)
- 2009 - Avatar
Janus Metz Pedersen (1974) (Danimarka)
- 2010 - Armadillo
Jean Cocteau (1859-1963) (Fransa)
- 1963 - The Blood of Poet / Bir Şairin Kanı
Cocteau, kendisi de aynı zamanda bir şairdir. Yaşamını Edit Piaf'ın ölümünün ardından birkaç saat içinde kendi eliyle sonlandırmıştır. Kendisi için defalarca belirttiği gibi "yaralarından" söz etmiştir hep. Bir Şairin Kanı, sıradışı bir film. Anlam eriyip kayboluyor sanki. Sadece izlerken bir temas kalıyor.
Jean-Luc Godard (1930) (İsviçre)
- 1961 - Une Femme est une Femme / Kadın Kadındır
- 2010 - Film Socialisme / Sosyalizm Filmi
Jim Jarmusch (1953) (Amerika)
- 1986 - Coffee and Cigarettes / Kahve ve Sigara
- 1991- Night on Earth / Dünyada Bir Gece
Lee Daniels (1959) (Amerika)
- 2009 - Precious / Değerli
Çok beğenerek izlediğim filmlerden biri. Ensest trajedisinin tüm boyutları işleniyor.
Lloyd Bacon (1889-1955) (Amerika)
- 1933 - 42nd Street / 42. Cadde
42. Cadde, New York'ta Manhatten'da bir ana caddedir. Broadway ile Times Meydanı arasında bulunur. Özellikle gösteri dünyasının o dönemde merkezidir. Önemli tiyatro binalarının bulunduğu bir yerdir. Bacon'un filmi ise aynı 42. Cadde'de "Pretty Lady" isimli bir müzikalin sahneye koyuluş hikâyesini anlatıyor. Ciddi sağlık sorunları olan bir yönetmenin, muhtemelen son gösterisi olduğunu düşündüğü bir gösteridir bu. Olaylar bunun etrafından gelişiyor. Black Swan'ı da hatırlatan sahneler var filmde. Tecrübesiz bir oyuncunun yönetmenin motivasyonuyla bir başaktriste dönüşüm sahneleri özellikle. Belki Black Swan bu filmden de etkilenmiş olabilir.
Marco Ferreri (1928-1997) (İtalya)
- 1981 - Storie di ordinaria follia / Sıradan Delilik Öyküleri
Charles Bukowski'nin aynı adlı kitabından seçilmiş altı öyküden oluşuyor.
Marina Zenovich
- 2008 - Roman Polanski: Wanted and Desire / Roman Polanski: Aranan Adam (Belgesel)
Çoğu zaman "yaşayan en iyi yönetmen" olarak adlandırılan Roman Polanski hakkında yapılmış bir belgesel. Aslında belgeselden öte uzun metrajlı bir film demek belki daha doğru. Çok az yönetmenin hayatı bu kadar enteresan geçmiştir sanırım. Hamile eşinin katledilmesinden yasadışı cinsel ilişki suçlaması ve ABD'yi terk ederek Paris'e yerleşmesine kadar hatta 2008 yapımı olduğu için, neredeyse bugüne kadar gelen bir süreç. Özellikle yasadışı incel ilişki suçlamasıyla açılan davanın işleyiş süreci, hakimin durumu, taraf avukatların ve hatta buna maruz kalan kişinin de konuşmalarıyla izlenmeye değer. Belgeselin adı ise Polanski'nin (dava doğallıkla sonuçlanmadığı ve Polanski ülkeyi terkettiği için) Amerika'da aranan Fransa'da ise istenen bir yönetmen olmasından kaynaklanıyor. Tabii bu dönemde aldığı Oscar ve elektronik kelepçe cezası, daha sonra aldığı ömür boyu başarı ödülü ile, bütün bir diskografisini de düşününce önemli bir yapım olmuş.
Martin Scorsese (1942) (Amerika)
- 2010 - Shutter Island - Zindan Adası
Michael Haneke (1942) (Almanya)
- 1994 - 71 Fragmante Einer Chronologie - Tesadüfi Bir Kronoloji İçin 71 Fragman
Film gerçekten de adında taşıdığı gibi 71 ayrı fragmanın bir araya gelmesinden oluşuyor. Haneke'nin henüz izleyebildiğim ve bildiğim filmlerinde temel konu olan "yabancılaşma" burada da yoğun bir şekilde işleniyor. Filmin sonunda, nasıl olup da birbirinden bu kadar bağımsız görünen fragmanların o birkaç karede tam da izlerken "evet, aynen böyle oluyor bu işler" dedirtecek kadar da sahici ve başarılı bir şekilde birleştirildiğini anlıyoruz. Fragmanlarından birinde ise bir masa tenisi oyuncusunun hemen hemen beş dakikaya yakın bir süre tek taraflı tenis topuna vurarak çalışması var ki, inanılır gibi değil, o sabitleyici ve belki bir o dar da sinir bozucu fragman. Müthiş.
- 1997 - Das Schloss / Şato
Kafka'nın Şato'sundan uyarlama.
- 2007 - The Time of the Wolf - Kurdun Günü
- 2007 - Funny Games - Eğlenceli Oyunlar
Sorunlu kişiliklere sahip iki genç açısından tam anlamıyla "eğlenceli bir oyuna" dönüşen ama diğer taraf içinse aynı şeyi söylemek mümkün değil. Oyunların eğlenceli olduğu kadar tehlikeli de olabileceği ve bazı sınırlar aşıldığındaysa "oyun" bile olmayacağının gerilimli bir göstergesi. Haneke'nin bir özelliği de şiddeti iliklerine kadar hissettirip bunu bir de senin ne olduğunu zaten gördüğün, bildiğin, izlerinin o kareden aldığın bazı kanlı bıçaklı görüntüleri izleyicinin gözüne sokmadan yapması etkileyici.
Nacer Khemir (Tunus)
- 2005 - Bab'aziz
Nicholas Hytner (1956) (İngiltere)
- 1996 - The Crucible - Cadı Kazanı
Arthur Miller'ın 1953 yılında yazdığı Cadı Kazanı adlı oyununun sinemaya aktarımı. Daniel Day-Lewis, Winona Ryder, Paul Scofield başrollerde. Her dönemde karşılaşılabilen temizlik operasyonlarına iyi bir örnek. Sağlam bir metin, iyi oyunculuklar, güzel bir film.
Pablo Trapero (1971) (Arjantin)
- 2010 - Carancho
Tam bir ava giden avlanır hikâyesi. Bir de akbaba diye bir şey yoktur. Her hayat kendi trajedisini yazmaya devam eder.
Peter Brook (1925) (Amerika)
- 1967 - Marat / Sade
Peter Weiss'ın (1916-1982) 1963 yılında yazdığı Marat/Sade adlı oyunun sinema versiyonu.
Raffi Pitt - (İran)
- 2010 - Şikarçi - Avcı
Rainer Werner Fassbinder (1945-1982) (Almanya
- 1972 - Die Bitteren Tränen der Petra von Kant (The Bitter Tears of Petra von Kant) / Petra von Kant'ın Acı Gözyaşları
- 1981 - Lili Marleen
Roman Polanski (1933) (Polonya)
- 1968 - Rosemary's Baby / Rosemary'nin Bebeği
- 1971 - Macbeht
- 1974 - Chinatown
- 1994 - Death and the Maiden / Ölüm ve Bakire
- 2010 - Ghost Writer / Gölge Yazar
Reha Erdem (1960) (Türkiye)
- 2008 - Hayat Var
Reha Erdem'in en iyi filmlerinden birisi bence. Sinemanın her zaman üstümüze yığılacak kadar aksiyonla filan dolu olması gerekmiyor. Trajedi ilgi çekici bir şeyse - ki öyledir- her an tanık olduğumuz irili ufaklı bir sürü trajedinin örülmesiyle hayat ortaya çıkıyor. Bu anlamda Hayat var. Ama filmin ironilerinden birisi bu elbette. Hayat var ama hayatın içinde Hayat'a hayat yok.
- 2010 - Kosmos
Kosmos'u izleyince Reha Erdem'in sinema anlayışının nasıl derinleştiğini görmek mümkün. Pek alışık olduğumuz bir tarz değil. Bazılarına "anlamsız" bile gelmiş olabilir. Hatta belki de gerçeküstü. Ama gerçeküstü olan şeyler çoğu zaman bizim katı gerçeklerimiz arasında duruyor ve nefes almaya çalışıyor... Kesinlikle iyi bir oyunculuk, müzik ve hep gözden kaçırılan bir şey: İnsanın doğası...
Sebastián Silva (1979) (Şili)
- 2009 - La Nana - Hizmetçi
Jean Genet'in "Hizmetçiler"ini araken karşıma çıktı. Aslında bu tip karakter filmleri çok yok. Olağanüstü olmamakla beraber bence işlenişi çok güzel.
Seren Yüce (1975) (Türkiye)
- 2010 - Çoğunluk
Bize dair hiçbir ayrıntının atlanmadığı tam bir Türk filmi diyebiliriz. Ne var ki başka ülke sinemalarında bulduğumuz ama bizde henüz az sayıda olan nadide film temalarından değil. Aksine fazlaca bildiğimiz, aşina olduğumuz ama belki durup bu gözle bakmadığımız durumlardan. Yani biz daha çok "ayna" sineması yapıyoruz galiba.
Sidney Lumet (1924) (Amerika)
- 1957 - 12 Angry Men / 12 Kızgın Adam
18 yaşında, babasını bıçakla yaralamakla suçlanan bir gencin hayatı, 12 jüri üyesinin alacağı karara bağlı. Ya idam ya beraat?
Tek bir mekânda 12 jüri üyesinin karar alma aşamasının işlendiği film son derece başarılı. Özellikle "Mantıklı Kuşku" söyleminin üzerinde ısrarla durulması ve bu tür kuşkuların genellikle sağduyuya da en yakın kuşkular olduğu, olası (ama yine de hep meçhul kalacak) bir hakikate giden yolun da böyle bir "mantıklı kuşku"dan geçtiğinin göstergesi. Lumet biraz da bahtsız bir adammış. (Bu bir ölçüyse eğer) 5 kez Oscar'a aday gösterilmiş ama hiçbirinde de mutlu sona ulaşamamış. Benim için ölçü değil. Hatta çoğu zaman Oscar'ı ıskalayan filmlerin isabet ettirenlerden daha iyi olduklarını düşünürüm.
Stanley Kramer (1913-2001) (Amerika)
- 1961 - Judgment at Nuremberg / Nüremberg Davası
Nazi toplama kamplarında olup bitenlerin sorgulanmasına yönelik Ekim 1945'te açılan davayla ilgili. Davayı açan taraf ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Sovyetler Birliği'nden oluşan uluslararası bir mahkeme. Bu filmde özellikle nazi partisi döneminde hizmet veren hakimlerden dördünün davası işleniyor. Oldukça başarılı bir film. Yurtseverlik/vatanseverlik ya da ulusun birliği ve bütünlüğüyle insanlık suçu işlemek arasındaki gerilim ve sorgulama tam da "adalet dağıtıcısı" konumundaki insanlar üzerinden işleniyor. Gerçi 1945 Ağustosunda ABD'nin Hiroşima'ya attığı atom bombası da tarihe geçerken mahkemede sorgulayan taraflardan birinin ABD olması da ironik duruyor. Önemli bir film.
Tarık Saleh (1972) (İsveç)
- 2009 - Metropia
Az sayıdaki distopya filmlerinden biri. Hem de animasyon. Büyük birader türlü hallere girse de aramızdan eksik olmuyor. 2024'te bile.
Tod Browning (1880-1962) (Amerika)
- 1932 - Freaks / Hilkat Garibeleri - Ucubeler
Browning'in filmi bir sirk merkezinde yaşama öyle ya da böyle diğerlerinden bedensel ya da zihinsel olarak farklı başlayan, "normaller"in gözünde, "hilkat garibeleri" ya da "ucubeler"i anlatan bir film. Filmin başlangıcında ucubeler için her zaman geçerli olan bir yaşama kuralından söz ediliyor ve film boyunca da bu görülüyor zaten. "Eğer onlardan birini incitirseniz, hepsini incitmiş olursunuz."
Ümit Ünal (1965) (Türkiye)
- 2008 - Gölgesizler
Hasan Ali Toptaş'ın romanından uyarlama.
Yimou Zhang (1951) (Çin) [Yeni]
- 2010 - Alıç Ağacının Altında
Kahraman (Hero) ve Uçan Hançerler Evi'nden (House of the flying diggers) sonra Yimou Zhang için aşırı sakin ve aşırı duygulu bir film denilebilir Alıç Ağacının Altında için. Aslında öykü çok basit. Ama bütün doğular için (orta, uzak ya da yakın) öykünün basit olması esas belki de. Daha doğrusu alengirli bir şey olmasına gerek yok. Çünkü basit olan doğru işlendiğinde yeterince zor zaten. Sükûnetin altında yatan tutku da fazlasıyla güçlü. Bu tür filmlerden artık eskisi gibi etkilenmesem de kendi çerçevesinde iyi bir film denilebilir. Çok daha iyi örnekleri olduğu kesin ama.
William A. Wellman (1896-1975) (Amerika)
- 1931 - The Public Enemy / Halk Düşmanı)
1905'ten başlayarak iki çocuğun daha küçük yaşlardan itibaren gangster oluşlarının hikâyesi. Filmin sonunda dönemi eleştirmek için olsa gerek "halk düşmanı"nın yani gangsterlerin ancak yine halkın onların varolmasına izin vermemesiyle ortadan kalkabileceğini belirten direk ifadeler de var. Tabii işin değişik boyutları da söz konusu. Aynı aileden biri orduya yazılan, okula giden ve dürüst bir vatandaş olmaya çalışan bir çocukla bir gangstere dönüşen bir çocuğun çıkması, konunun bu başka boyutlarından birini gösteriyor zaten. Hatta bunun eleştirisi de bazı sahnelerde içeriliyor zaten.
- 91945 okuma
Yorumlar
Yeni yorum gönder