Şair Kapısı
“On gün boyunca, İstanbul’daki ilk izlenimlerimi daha sonra toplayabilmek umuduyla not tuttum. (on gün sonra, insan hiçbir şey fark etmeyen bir müdavime dönüşüyor.)
Böyle diyor John Berger, 1979 yılında İstanbul ziyareti sırasında tuttuğu notlarda. Burası İstanbul. M.Ö. 7.yüzyılda başlayan tarihiyle yaşlı, çok yaşlı bir kent. Kimler gelip geçmemiş, kimler İstanbul üzerine şiirler, yazılar, şarkılar yazmamış ki… Nebî’den Nedîm’e; Şeyh Galip’ten Yahya Kemâl’e, Turgut Uyar’dan Metin Eloğlu’ya kadar… Camileriyle kiliseleri el ele vermiş, bir ayağı Asya’da, bir ayağı Avrupa’da şehr-i sitanbul… Onca değişime, onca farklı kültüre tanık olup içinde barındırmasına rağmen, yine de kimseye benzememiş, hep içine çekmiş herkesi, özellikle de sanatçıları. Önce uzaktan gülümsemiş, el etmiş; olmadı silip atmış kalbinden istemediğini.
Walter Benjamin’e göre mekân sanatçının sığınağıdır. Her mekânın bir fizyolojisi vardır ve bu fizyoloji simgelerle doludur. Sanatçı için her nesne bir simgedir ve her mekân bir imge alanıdır. Gözün etkinliğinin alabildiğine ağır bastığı ve imgelerin uçuştuğu bir alan…
İstanbul bunun en güzel örneklerinden birisidir. Dolayısıyla her dönem çekim merkezi olmuştur sanatçılar için.
İspanyol yazar Juan Goytisolo neden Paris’te yaşamayı seçtiğini sorduklarında şöyle cevap verir: “Burada insan, eğer canı çekerse, bir Kamboçya restoranında yemek yiyebilir, bir mağrip kahvehanesinde naneli çay içebilir, akşamüstü bir Hint ya da Türk filmi izleyebilir ve talihli bir günündeyse, gece Nass el Ghiwan ya da İzanzaren’in konserine gidebilir. Toplum mekân fikrine bağlı kalır, ama kültür birey gibi hareketlidir, hafiftir. Günümüzde kültür Fransız ya da İspanyol olamaz, Avrupalı da olamaz artık. Olsa olsa bizim ulusumuzu merkez alarak kendi kendini kısırlaştıran, çarpıtan bakışımızın kurbanı olmuş uygarlıkların döllediği bir melez olabilir.”
Bu anlamda İstanbul için de bir “melez şehir” tanımlaması getirmek yanlış olmaz. Şâir iç ve dış mekânının gel-gitleri arasında yazar şiirini. Aklını, kalbini ve belleğini sınamak ister. Etkileşimlere ve çağrışımlara açıktır. Özellikle çocukluğu ve ilk gençliğini daha “masum” diyebileceğimiz kentlerde geçiren “genç” şâirler için İstanbul neredeyse bir “düş”tür. O bir gün mutlaka buraya gelecektir. Tıpkı bir çocuk gibi canın istediği her şeyi elde etmek ister. Yaşadığı şehir ve yazdığı şiir onu İstanbul’a doğru itekleyip durur adeta. Yıllarca şiirlerini dergilerden, kitaplardan ve gazetelerden okuduğu “yaşlı” şâirlerle tanışmak çabaları gün günden artar. Onlarla konuşmak, sohbet etmek, onlara kendi şiirlerini göstermek ve onların fikirlerini almak ister. Bunca yıl üstüne şiirler yazılan İstanbul’un onda ne tür duygulanmalara yol açacağını merak eder. Dengeli beslenmesi için, İstanbul ona sinemadan tiyatroya, operadan baleye, plastik sanatlara kadar uzanan geniş bir reçete sunar. Burada hemen hemen istediği her dergiyi ve kitabı zamanında edinebilir.
Bir zamanlar Babıâli’nin yazar ve şâirler için bir merkez, Babıâli yokuşunun da mutlaka inilip çıkılması gereken bir yokuş olarak algılandığı gibi; Beyoğlu da yazar ve şâirler tarafından mutlaka tavaf edilmesi gereken bir yerdir artık. Cağaloğlu yavaş yavaş terk edilmeye başlanmış, Beyoğlu bir sanat ve kültür merkezi haline gelmiştir. Avrupa yakasının kalbi burada atar. Dizi dizi kitabevleri, meyhaneleri, barları, cafeleri ve sinemaları, sanat galerileri gani gani bir küçük İstanbul… Hemen hemen her sokağında bir iki yayınevi ve dergiye rastlanır. Bu yayınevleri ve dergilerin bir kısmı kapılarını sokağa kapatsa da, pek çoğunun kapısı dışarıya açıktır, ziyaret edilebilir. Kentin zamanla kendiliğinden buluşma yerleri haline gelmiş bu noktalarında, (özellikle Beyoğlu ve Kadıköy) doğru tüyoları edindiyseniz hiç kimseyle randevulaşmadan diğer şâirlerle görüşebilir, kiminle nerede ve nasıl karşılaşacağınızı önceden belirleyebilirsiniz. Çünkü şâir ve yazarların azımsanmayacak bir kısmı mutlaka haftada birkaç akşamını Beyoğlu’da ve Kadıköy’de geçirir. Bu geceler genellikle kalabalık masalardan oluşur. Ve zaman zaman tansiyonu yüksek sohbetlere-tartışmalara da denk gelinebilir! Dolayısıyla “genç” şâir de bu şehrin yayınevinden, dergisinden, şâirinden, gecesinden gündüzünden yani “nimetlerinden” haklı olarak yararlanmak, fikir edinmek, kendisini ve diğerlerini başka bir açıdan tanımak, tanınmak, şüphesiz görünür olmak ister.
Tam bu noktada handikap olarak kabul edebileceğimiz farklı bakış açılarına da rastlarız. İstanbul bazen her şeye başlamanın ve bitirmenin “esasyeri” ya da “rüşt ispat yeri” olarak algılanır. Kimi “yaşlı” şâirler, kendi izlerinden gelecek “genç” şâir, kimi “genç” şâirler de “yaşlı” bir şâir gölgesi arayışına girerler. Bir dergi editörüyle tanışmak, bazen o dergide şiir yayımlatmanın alternatif bir yolu olarak görülür. Yani İstanbul daha çok bir “imkânlar şehri” olarak algılanır ve bu da şiirden, çok değişik açılarla sapmalara neden olabilir.
Şiir tarihimiz pek çok “görkemli” İstanbul şiiri içerir. Bu şiirlerde, İstanbul kimi zaman “aziz”dir, kimi zaman “tapılan ama karşılık vermeyen”... Kimi zaman “Süleymaniye’de bir bayram sabahı”ndan söz edilir, kimi zaman Gülhane Parkı’nda “bir ceviz ağacından”… Kimi zaman da gelecek güzel günler için yoldaştır İstanbul… “Bekler bizi”… O herkesin ve hiç kimsenin olanındır. Sağından solundan çekiştirilse de kimselere teslim olmaz, kimselerin olmaz.
Ne yazık ki, son yıllarda İstanbul’a, İstanbul olduğu için yazılan şiirlere, güzellemelere pek rastlanmıyor. Buradaki tek suçlu şâir değil elbette. Minarelerle boy ölçüşen plazalar, İstanbul’u boğazından yaralayan yapılaşma, on iki milyona varan nüfusuyla içinde bulunduğumuz keşmekeşlik de masum değil. Şiiriyle ancak belki ruhunu doyuran ama kolay kolay karnını doyuramayan şâir, çoğu kez günde ortalama üç saatini yolda geçirir. Metroda, otobüste kitabını okumaya çalışır. Belki bir iki dize not alır, okuduğu kitabın bir köşesine… Akşam evine ulaştığında hâlâ kalemi tutacak gücü kalırsa oturup yazısını, şiirini yazar. Boğaziçi artık şâirlerden çok “şehir sosyetesi”nindir. Bağlar, bahçeler, eski konaklar, bu konaklardaki fasıllarla bezenmiş musikî akşamları, kır gezileri yerini çoktan başka şeylere bırakmıştır. Bu da bizi kaskatı bir gerçeklikle karşı karşıya bırakır. Artık İstanbul bambaşka şeyler sunmaktadır. İmgeler sokaktan caddeye dökülmüş, hanlar hamamlar yerlerini apartmanlara, gökdelenlere bırakmıştır. Şehrin bir yerinde kanarken, bir başka yerinde tuz basar yarasına şâir. Bir anlamda şiir şehirleşir, şehir de şiir… Ve şehir sözcükleri istilâ eder şiirini.
Melez şehir demiştik İstanbul için. Kilise, camiî ve sinagogların, eskilerin tabiriyle yetmiş iki milletin bir arada bulunduğu bir zenginlik. “Genç” şâir, burada alışık olmadığı bir dünyayla karşı karşıyadır. Saint Antuan’da başka şeyler görür, Sultanahmet’te başka şeyler. Kızkulesi başka türlü çağırır, Galata kulesi başka… Şehrin akışkanlığı ve hızı şâirin seyrini de etkiler. Eğer sıradan bir seyirci ve fotoğrafçı olmaktan öteye gidebilirse, bu şiirine de yansır. Çünkü şiir, şâirini de geliştirir. O artık sadece bakmıyordur, hiçbir yer sadece kendisi değildir. Bir karşılaşma, bir veda, bir trafik kazası onu başka mecralara götürür. Kepçeyle alır, kaşıkla boca eder şiirine. Bu şehir iyi bir terzinin elinde mükemmel şekil alacak kaliteli bir kumaş gibidir. Sadece iyinin, güzelin, sevginin kumaşı değil, çirkinin, kötünün, acımasız ve adaletsiz olanın da…
Behçet Necatigil “Bile/Yazdı” adlı kitabının önsözünde “genç” şâire seslenirken sözlerini “iyi geceler” diye bitirir. Çünkü şiir gecenindir. Bunda yaşamı boyunca günışığını memuriyete, gündeliğe ve ailesine ayırmasının, şiirle gizli gizli geceleri buluşmasının da payı büyüktür şüphesiz. Bu “zengin şehir” aynı zamanda “usta bir hırsız”dır. Tetikte olunmazsa eğer, beş duyunuzu bile çalabilir. Gündelik hayatın amansız bir şekilde ele geçirmeye çalıştığı iç dünyamızı ve dilimizi koruyamazsak, sadece varolanın kusursuz işleyen bir parçası hâline gelirsek, hangi şehirde olduğumuzun da bir anlamı kalmayacaktır.
Tarihte “Üç İstanbul”dan söz edilir. Suriçi, Galata, Üsküdar ve Eyüp… Ama bu “Üç İstanbul”un dışında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da sözünü ettiği “iç İstanbul”u yakalamak olmalı belki de şâirin derdi. Benim izlediğim kadarı ile son dönemlerde içinden İstanbul geçen şiirlerin pek çoğunda İstanbul bir ikinci, üçüncü şahıs olarak yer alıyor. Şâir kendisini çepeçevre kuşatan bu şehri, belki “dış evi”, kimi zaman dost sayıyor, kimi zaman düşman. Kimi zaman sevgilisini arıyor sokaklarında, kimi zaman kendisini. Kiminde evinden kaçıp onun kucağına atılıyor, kiminde ardına bakmadan kaçıyor ondan. Bazen de gizlice eve götürüyor bir sokağı.
Bu hareket, bu bilinmezlik, geriden gelen büyü ve tarihî miras “genç”, “yaşlı” bütün şâirleri yaşamlarının en az bir dönemini burada geçirme, burada yaşayamasalar bile en azından burada ölebilme düşüncesine itiyor. Bilinmeyen her şeyin çekiciliği gibi, İstanbul da onu henüz tanımayanlar için “olmazsa olmaz”, bir şekilde hemhâl olanlar için de her şeye rağmen “vazgeçilmez” oluyor.
Baudelaire için -bizde de İstanbul kadar gözde olan- Paris, Kavafis için İskenderiye, Joyce için Dublin, Kafka İçin Prag, Pessoa için Lizbon yazın hayatlarında kayda değer yer tutmuş ve neredeyse adları bu şehirlerle birlikte anılmaya başlanmıştır. Edebiyatımızda da şehir yazılarının ilk örneğini veren Ahmet Râsim, Beş Şehir’le Ahmet Hamdi Tanpınar, Paris notları ve Frankfurt Seyahatnâmesi ile Ahmet Hâşim, rahatlıkla İstanbul şâirleri diyebileceğimiz Yahya Kemâl ve Orhan Veli, öyküleriyle şehir insanını anlatan Sait Fâik, Paris İstanbul hattını kaleme alan Salâh Birsel gibi daha pek çok yazar ve şâirden söz edebiliriz.
Aslında şiir tarihimizde, İstanbul’dan, -neyse şu “genç” şâir-, ondan daha çok, “yaşlı” şâirlerin etkilendiğini görürüz. Belki bunda İstanbul’un çocuklarını kendisiyle birlikte büyütmesinin de payı vardır, kim bilir!..
Ki Nurullah Ataç “Okuruma Mektuplar”da bahsettiğimiz övgülerin aksine, İstanbul’u neredeyse yerer. Yıl 1951’dir. Ataç İstanbul’a dostlarını görmeye gelmiştir ama İstanbul ona bir kaos gibi görünür. “Cânım Ankara, öyle midir?” diye sorar okurlarına. ”Bilmiyorum neden sevmediğimi İstanbul’u benim cânım efendim. Havası iyi, suları iyi diye sevmeyecek değilim ya. Öyle sebep mi olurmuş?.. Bir eksiklik, bir köhnelik var o şehirde de onun için betime gidiyor. (…) Bugün aruzla yazılmış yahut hece vezniyle yazılmış şiirleri niçin sevmiyorsam, birtakım değerleri olduğunu görüp övsem dahi şöyle içimden niçin sevemiyorsam, İstanbul’u da onun için sevemiyorum. Hele uzaktan bakıp da sıra sıra minarelerini görmüyor muyum, kafiyeli bir şiir okuyormuşum gibi bir tuhaf oluyorum.(…)
Yazısının devamında da sözünü ettiği köhneliğin insanlara da yansıdığından, “İstanbullu”nun kendini beğenmişliğinden ve başını çevirip Anadolu’ya bakmayışından yakınır durur. Ama yine de yazısını şöyle bitirir: “Madem ki bu kadar sinirleniyorsun, bir daha uğrama İstanbul’a diyeceksiniz. Dile kolay. Alışmışım bir kere, vakti saati gelince kös kös tutarım İstanbul’un yolunu. Gene gönüldeşlerimi bulurum diye umutlanırım, bin türlü sebeplerle, bahaneler uydururum, giderim İstanbul’a.”
Ataç bugün yaşasaydı, İstanbul’la ilgili daha mı iyi düşünürdü yoksa ara sıra uğramaktan da mı vazgeçerdi bilemiyorum ama burada şiirle, düzyazının ihtiyaç duyduğu atmosferlerin ne kadar farklı olduğunu ve Nedîm’in “Kaside der vasf-ı İstanbul”unu hatırlayabiliriz:
Bu şehri-i Sitanbul ki bi-misi ü behâdır
Bir sengine yek- pâre Acem mülkü fedâdır.
(Bu eşsiz ve paha biçilmez İstanbul şehrinin bir taşına bütün Acem ülkesi fedâdır.)
Kala-yı ma’arif satılır sûklarında
Bazâr-ı hüner, ma’den-i ilm ü ulemâdır
(Çarşılarında bilgi kumaşı satılır, hüner pazarı, ilim ve âlimler ocağıdır.)
Nebî de aynı şekilde İstanbul’u “İlm ile ma’rifete cây-ı kabul” (ilim ve bilgi için kabul yeri) olarak görür.
Sonuçta, bugün yerle bir olan 110 civarında kapısı olduğundan söz ediliyor İstanbul’un. Hem bu kapıların dışında kalan, hem de tüm bu kapıları içeren bir başka kapısı var ki, o kapıdan geçenler, arkalarından gelen herkesi de buyur ediyorlar ve hiçbir yıkımın yok edemeyeceği bir şey bırakıyorlar giderken… Hiçbir zaman kapanmayacak bir kapı: ŞÂİR KAPISI.
Sınırda Dergisi'nde yayımlandı
- Yeni yorum ekle
- 6694 okuma
Yorumlar
İstanbul
Orhan Veli'nin dediği gibi:''İstanbul'un orta yeri sinema.''dır. Evet İstanbul öyle bir temaşa yeridir ki orada en unutulmaz aşklar yakınkı bulmuş, en trajik sefaletler yaşatılmış,en dramatik ayrılıklar perde almıştır.Öyle bir sinema ki şehr_istanbul, seyircisine hem hayaller ülkesinde at koşturtmuş hem aşkın ateşten denizinde mumdan kayıklara bindirtmiş hem de bilgeler diyarından alemin sırrını çözdürtmüştür.