ey Türkiye, ölümün soluğu ne renk(*)
“Genç Şairler Genç Şairleri Eleştiriyor” dosyasında dosya hazırlayıcılarından birisi olmamın dışında bir şair olarak da yer aldığımda aslında yürüyeceğimiz yolu merak ediyordum. Bugüne kadar elbette başka şairlerin şiirleri hakkında düşüncelerimi dile getirmiştim. Ama bu çalışma sırasında, şu her zaman karşımıza çıkan “neyi beğendim, niye”, “neyi beğenmedim, niye” sorularıyla direk muhatap olacağımı da biliyordum. Elbette “beğeni” sözcüğü de tek başına tartışmaya açık. Ama asgaride ne demek istediğimizi bildiğimiz üzerinden gidiyorum ve bunu geçiyorum. Başka bir şiire bakmak ve bu bakış sırasında bir takım eleştirel yaklaşımlarda bulunmak aynı zamanda benim kendi yazdığım şiir için de bir praksis alanı oluşturacaktı. Yani okuduğum şiire yönelttiğim olumlu ve olumsuz oklar, cevap bekleyen sorular, benim şiirim için de geçerli olacaktı. Bu anlamda Emel Güz ve Berna Olgaç şiirlerinin ardından, Altay Ömer Erdoğan şiirine yöneldim. Böylece üç ayrı şaire, üç ayrı şiire aynı günlerde ve haftalarda yan yana bakmış oldum ve her birisi için zihnimde ayrı şeyler oluştuğunu gördüm. Toplamda ise dediğim gibi bütün şairler ve şiirler üzerinden hepimizin ulaşmak istediği bütün bir “şiir” düşüncesine ulaştım. Bu anlamda bu dosyada, şair arkadaşlarımızla birlikte, yapıyı yapanlardan kapısını çatanlardan birisi olarak kendi adıma ayrıca sevinç duydum.
Ne kadar “kitap tanıtım yazıları” düzeyini, onların başka işlevleri olduğunu düşünerek, aşmak istiyorsak da, başlangıç noktası için alacağımız referans şiir kitapları. Olmasa idiler şiirler toplamından giderdik. Altay’ın yayımlanmış üç şiir kitabı var. Kent Düellosu (Ege Kültür Kitaplığı, Mayıs 1996, İzmir), Taş(ra) Baskısı (İlya Yayınları, Nisan 2003, İzmir), Kan Gölünü Gördü (İlya Yayınevi, Nisan 2007, İzmir) Bir şairin yolculuğunu izlemede şiir kitaplarının yazılış sırası ile okunmasının önemli olduğuna inanırım. Her birimizin kendimize has değişik okuma yöntemleri vardır elbette. Benim bütün okumalar için seçtiğim yöntem baştan başlamak. Çünkü bunu, şairin yürürken nerelerden geçtiğini, hangi taşlara takıldığını, nerelerde yorulup durduğunu, daha sonra hangi yollara saptığını izlemenin iyi bir yöntemi olarak bulurum. Şair, şiiri için kılavuzluk yapar aynı zamanda. Bir kitaptan diğerine geçmek, eğer gerçekten ilk kitabın tamamlanmış olmasını sağlamıyorsa, bana göre ilk kitabın başka bir versiyonu demektir. Ancak biten bir şey varsa yeni bir şeyin başlayacağına inanırım. Elbette bütün şiirlerin yazanı aynı şairdir ve belki çok temel şeyler değişmeyebilir ama varolan kitaplardan her birine “kendisi” olarak bakabilmek için “kendisine haslık” da içermesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu anlamda baktığımda kitaplar arasında devam eden bir ana eksen olduğunu gördüm. Kent Düellosu, şairin “acemilikle” ibaresi ile açılıyor. Sanırım bu ibare daha çok duygusal bir ibare… Biraz, olası kusurları elimine etmek, biraz ilk şiir kitabının mütevazılığı gibi algılıyorum. Belli ki çok okuyan, çok yazan bir şair Altay. Kent Düellosu’nda çok yoğun hissedilen özellikle ikinci yeni şairlerine ve diğer şairlere atıflar, alınlıklar, dize kardeşliği, göndermeler sıkça yer alıyor. Taş(ra) Baskısı’ndan, Kan Gölünü Gördü’ye giderken bu sıklık gittikçe seyreltilmiş ama yine de altı çizilse de çizilmese de, okunanların şiire geri dönüşü hissediliyor.
İlk kitapta kendinden başlayan ama gittikçe tümevaran bir şiir… (…kasaba, kent, dünya; iç-oda-ev-sokak gibi) Dolaysıyla şairin dünyaya bakışı da şiirlere yansıyor. Her şey şiire girebiliyor. Bu tematik olarak da şairin sözcük evreni için de böyle. Hatta bu genişlik özellikle, Taş(ra) Baskısı’nda biçimsel olarak tek tek şiirler için de hem yatayda hem dikeyde yayılıyor. Bu da yoğunluğu arttırıyor. Ancak bu yoğunluk gittikçe bir yorgunluğa da dönüşebiliyor. Yanı sıra az da olsa biçimsel değişikliğe de ayna tutulduğunu görüyoruz. Ama biçimde karşılaştığımız bu değişiklik içerikten bağımsız değil.
“saati sorma artık, demir bir perdenin arkasındayım
saati sorma artık, düşlerin yastığında bir yamayım”
gibi söylenenin içerdiği anlamı destekleyen ya da
d r serçe dala
ü a
ş k
e ı
r serçe daldan, ve ç gibi yine söylenenin anlamına resim çizen örnekler…
Özellikle altı çizildiği için, söz etmek istediğim şeylerden birisi “taşra” konusu. Sanırım şairler en çok taşrayı içlerinde taşımayı seviyorlar. Çok söylenmiş, çok yazılmış, dergilere fazlasıyla dosya konusu olmuştur Taşra. Ama acaba artık taşra diye bir yer var mı? Neresidir taşra, devinimin az, boş zamanın çok olduğu yerler mi? Bu nedenle mi “taşra”da yaşadıklarını düşünen şairler çalışkandırlar ve çok üretirler. Onları dağıtacak, meşgul edecek, başka alanlara da yönlendirecek potansiyel zeminler olmadığı için mi? Bir merkez tanımına bağlı kalarak kurulmuş değil midir bu taşra biraz da… Kentler, büyük kentler, taşra sınıfını geçmiş sayılan kentler, gittikçe genişleyen ve yükselen yapılarıyla, yabancılık duygusunu arttırır. Görüşme mesafeleri uzadıkça insanlar birbirlerinden uzaklaşır. Oysa taşra’da her şeyin başka türlü olacağı umulur. Peki, bir kasabanın beklentisi büyüyüp bir gün kent olmak mıdır? Kaldı ki artık bir kerede algılayamadığımız büyük kentler de kendi merkez ve taşralarını yaratmıyorlar mı? İstanbul’da da bir taşra havası, sıkıntısı, hazırlığı olası değil midir?
Yani bu taşra düşüncesini sanırım artık bir kenara koymalıyız. İnternet gibi bir araçla artık neredeyse, sanal da olsa “birlikte yaşıyoruz”. Bunun olumlu olumsuz yanları da başka bir konu. Sonuçta Altay’ın şiirinde son derece yoğun rastladığım bu kent, taşra teması benim bunları yeniden düşünmeme neden oldu. Birkaç paragraf öncesine dönersek, bu genişlik aynı zamanda taşra’da fazlaca olduğunu varsaydığımız boşluk’a misilleme yapan bir tutum gibi. Bu anlamda Altay için her anlamda “boşluk” duygusunun bir tehlike yarattığını algılıyoruz. Sanki eğer bu “boşluk” kontrol edilemezse, sınırları çizilemezse ve algıların ötesine geçerse aynı zamanda dibe çeken bir uçuruma dönüşecektir.
Kan Gölünü Gördü’de ise artık içinde bulunulan yer terk edilir ve uzağa yolculuk başlar. Ama bu kez de yoğun imge, “kan”dır. Kan, içinde yaşadığımız dünyanın neredeyse en yetkin kelime olarak tek tanımlayıcısıdır. Savaşların bir atari oyunu oynanıyormuş gibi joyistik’le başlatıldığı, idare edildiği, televizyonlarımızdan neredeyse naklen izlediğimiz bir çağda, şairin, sanatçının zihninden bu görüntüleri silip atması, bir kanaldan diğerine geçmek kadar kolay değil zira.
Bu nedenle, varolanı eleştirmek, yeni bir dünya tanımlamak, özlemek, toplumsal yaralara parmak basmak, sistem, sistemin gittikçe daha çok uyum sağlayan parçalarından birisi olmaya aday insana, insanlara dair soluksuz şiirlerle karşılaşıyoruz. Özellikle, Oğuz Atay’ın yarım kalmış romanına atıfta bulunan ve aynı adı taşıyan “Türkiye’nin Ruhu” şiiri, “modern bir destan” olmayı özleyen bir şiir. Bize aynı zamanda Allen Ginsberg’in “Amerika” ve k. İskender’in, Ginsberg’in şiirine nazire olarak yazdığı “Türkiye” şiirlerini hatırlatıyor.
“bu köşe kapmaca oyununda kim kime denk
ortada yalandan bir kibirle oyalanan
ey Türkiye, ölümün soluğu ne renk (*)
kırık telden kırık bir şarkı gibiyiz
meyhane masalarında kendi kanımızı içtiğimiz
ne vefalı bir yar bize, ne de şarkılarda ahenk
kırılır gideriz en ince tel gibi telve gibi biz”
(Türkiye’nin Ruhu)
Barındırdığı, “içsel ve dilsel şiddet” o şiirler kadar yoğun olmasa da, artık kendine, yanındakine, uzanabildiğine; kasabaya, kente söylemenin yetmediği yerde “ülke”ye, “dünya” ya söylenen bir şiir. Altay zaten kendi kendine konuşmayı bırakalı epey olmuş. Bu şiirler içe dönük bir yanı hep muhafaza etmekle beraber daha da fazla dışadönük şiirler. Özneye söylenen şiirler de diyebiliriz. Tabii bu özneler zaman zaman nesnelerin kendisi de olabiliyor. Aynı zamanda “kalabalık bir şiir” diyebiliriz.
“beni aklınla görmeli, gözlerinle anlamalısın
Gecenin benlerinde çoğalan sessizlik kavminden
İncelikler damıtan her yanık tene işlevsiz muskalar asmalısın
Yüzeyden atıştırıp beslenmelisin en derininden
Anlam bulduğun yerde coşmalı, kabalıktan kaçmalısın”
(Ay Karantinası)
Bütün bunlar, Altay’ın şiiri aynı zamanda yoğun bir şekilde “düşünce”yi içerdiği için benim söz etmeden geçemeyeceğim şeylerdi. Fakat bir yandan şunu da düşündüm. Acaba şiir her şeyi söylememize imkan veriyor mu? Yani şiirin de kendine has bir turnikeler sistemi olmamalı mı? Yahut da şair, birey olarak kendisini dünyaya açarken, aynı zamanda dönem dönem ve gerekli olduğunu hissettiğinde, diğer yazın türlerine de pas vermemeli mi? Her şeyi şiirle yazmak mümkün mü? Mümkünse acaba her şeyi şiirle yazarken bir bilinç düzeyinden geçmemeli mi? Olduğu gibi girebilmeli mi şiire? O zaman şiir ile öykünün, şiir ile denemenin ya da başka bir yazın türünün çizgileri silinmiş olmaz mı ve silinmeli mi? Silinmemeli bana göre. Düşünsenize yazının tek zeminin şiir olduğunu ya da öykü, deneme vs... Ne kadar yoksullaşırdık. Demem o ki belki de şiire bütün bir dünyanın yükünü yüklememeliyiz.
Bu şiirler aynı zamanda, çocukluğun hatıralarını, en çok babasız büyüyen, babası erken ölen çocukların her delikten sızabilen ağır kederini, panayır yerlerini, çingeneleri, eski sinemaları, afişleri, yazılışı ve yazgısı uzun sürecek bir aşkı, ağır kanamalı geçirdiğimiz yakın tarihimizi, yazılmakta olan uzak tarihimize dair özlemleri, hep yine de umudu, insanı içeriyorlar.
Taş(ra) Baskı’sının ilk şiiri olan ve bir nehir şiir diyebileceğimiz “Yüzleşme” şiiri bu anlamda şairin hayata bakışını tümüyle yansıtan, derinliği yer yer ürkütücü boyutlara ulaşan, içsesin artık bastırılamaz olduğu, “dostlar” edasıyla bir uzun mektubu da anımsatan bir şiir. Bu şiirin bir bölümüyle sözlerimizi tamamlayalım. Ve yine Altay’ın, “çünkü sustalı bıçaktır şiir” dizesinin altını çizelim.
“dostlar, bir mektup çekingenliği karışmış ders notlarınızın arasına
Boyunlarına çıngırak geçirilmiş kadınlar bekleyen siz, piyangolardan
Çorak mesailerde argo yanlışlıklar tutsağı bir halkın kapısında büyütüldünüz
Oteller ve molalar düşkünü sevgilileriniz vardı sizin de, onlar da bilirler
Acar ve hükümsüz çokluklar türetiyordu zamanın çarşafı, kopuktunuz
Ben, parfüm ve ajans haberleri bekleyen saatsiz ihtiyarlar topluyordum
Adlarını buğulu camlara parmak uçlarıyla yazan gizli şair kahvehanelerinden
Üşüten bir sorunun da sorumlusu ü. Halka bin beş yüz panayır kalabalıklarında
Elinden sıkı sıkıya tuttuğu babasını yitirmiş bir taşralının yüzüydü yüzüm
Bir çingenenin düşlerimize uzanan diliyle yazılmıştım bu şiire”
(yüzleşme)
Bu yazı, Sanat Cephesi Dergisi'nin 29.sayısında, Genç Şairler Genç Şairleri Eeleştiriyor dosyasında yayımlanmıştır.
- 6851 okuma
Yorumlar
Yeni yorum gönder