Yarım Mektup: Ingeborg Bachmann
Yarım'lar hakkında hemen hemen her zaman düşünürdüm. Bir şeyin neden yarım kaldığını, o yarım'ın bir gün, bir an tamamlanıp tamamlanamayacağını. Gittikçe yarım diye bir şeyin olmadığını, içimize sinmeyen her tamamlanmışın, öyle tamamlanmış olanın, bizim tarafımızdan yarım olarak değerlendirildiğini düşünmeye başladım. Ve yarım'lara kaldıkları yerde bitmiş gözüyle bakmayı öğrendim. O artık -her ne ise- yarım kalmamıştır, öyle tamamlanmıştır.
Bu türden, bir gün tamam olsunlar diye yazdığım mektuplar vardı. Yarım kalarak tamamlandılar. Onlardan birisi, her zaman ailemden birisinden daha yakın bulduğum Ingeborg Bachmann. Ve böyle tamamlanmış bir mektup, 13 Mart 2008’de yazılmaya başlanmış ve böyle bitmiş:
…
Ben nedense seni hep düşündüm. O yangının nasıl çıktığını? Ondan öncesini. Yangınların kadınları birleştiren şeylerden birisi olup olmadığını da. Senin bir sözünü çok seviyorum. “Kendimi her zaman en iyi Roma’da hissettim. Çünkü kendimi asla buraya ait hissetmedim” diyorsun ya… Ait olmak, olmamak, olamamak, olmak istememek... Dönüp dolaşıp en çok ait olmadığını düşündüğün yerde konuşlanmak...
Otuz yaşıma yaklaştığımda, kadınların şu meşhur otuz yaş bunalımına girip girmeyeceğimi düşünmeye başlamıştım. Zaten, senin otuz yaş öyküleri kitabını da o zaman görüp almıştım bir sahaftan. İşte demiştim. Tam da böyle bir şey olmalı. Kim bilir Bachmann’ın öykülerinde beni neler bekliyor. Daha önce şiirlerini okumuştum elbette. Sana Ingeborg demektense, Bachmann demek hoşuma gidiyor. Sanki binlerce Ingeborg vardır da Bachmann bi tanedir. Bachmann diyince bilinir ki o zaten Ingeborg Bachmann’dır.
Sonra hatırladığım güzel şeylerden birisi de bir arkadaşımın -o da seni çok seviyor benim gibi- yıllar öncesinde çalıştığı ajanstan senin bazı fotoğraflarını getirmesiydi bana. Değişik boyutlarda üç tane fotoğrafın. Nasıl her fotoğrafta kendinsin? Konsolun üzerinde duran, aileden birisi olup olmadığını sordukları fotoğrafında elini çenene dayamışsın ve sanki yine uzağa bakıyorsun. Ama bu uzak, çok uzak bir yer değil sanki. Sanki kendi içinden çıkıp, kendi yanı başında, sanki hep yanı başında taşıdığın bir uzağa, hiç kızgın değil tam da tersi gülümseyerek ve olumlayarak bakıyorsun. Ben de sana bakıyorum.. Tanışmamış olmamız üzmüyor beni nedense. O kadar içselleşmiş ki artık. Üç beş kişiden söz eder gibi söz edebiliyorum senden.
Ama doğrusu Malina beni ürkütmedi dersem yalan olur. Hele daha sonra filmini de izlediğimde, sendeki, bendeki... Yeryüzünde, bazılarındaki adı konulmamış ama hepimizi ortaklaştıran bir şey beni ürküttü. Çünkü çok sahici her şey. Gerçek, katılaşıp buz gibi olduktan sonra da ürkütücü olabiliyor. Gerçeğin, gerçek olduğunu bilmek ve varlığını kabul etmek, kalbinde kabulüne yetmiyor. Sözcüklerle yapılabilecek her şeye, çizilebilecek tüm resimlere erişilebiliyor.
Sonra bir tufandan sonra... bir tufandan sonra... yaşamda benim için şiirin tanımına denk düştü hep, şiir böyle olmalı dedim. Yola çıktığı yerle vardığı yer arasında yaşam olmalı. İnsan bir tufandan sonra’yı yazmaya başladığında yaşamın kıyısında duruyorsa da şiirin sonuna geldiğinde sözcükler onu yeniden yaşamın ortasına çekebilmeli. Bir iki kişiye daha olsa bile. bana oldu, sana oldu, onlara da olabilir ama bir tek güvercin, hiç olmazsa bir tek güvercin olsun, kurtulsun, tek bir yaprak bile diyebilmeli. Acı kaskatı keserken ellerini bile... şiir bu kadar yalın, bu kadar sahici olmalı benim için de. Belki işte dilimden düşmemesinin nedenleri de bunlar dizelerinin.
Şair olmak üzerine uzun uzun düşünüyorum bazen. Şair olmak, şiir yazmak mıdır? Şiir değiştirebilir mi sahiden yaşamı? İnsanı değiştirerek de olsa yapabilir mi bunu? Acaba dünyaya dünyaymış, cama cam, kuşa kuşmuş gibi sadece bakmanın dışında, sözcükler kalkıp başka şeyler de anlatabiliyor mu sahiden? Ölümle yaşam arasındaki bağı sıkılaştırabilir mi ya da inceltebilir mi yaşam ağacının gittikçe hantallaşan dallarını? Sonra senin Frankfurt Okulu'nda yaptığın konuşmalarla karşılaştım bir gün. Şair olmak, yazar olmak ötesinde yazan olmak, yazan olarak yaşamanın, bunu seçmenin. Evet seçmenin... Yazmak bilinçli bir tercihi ise insanın her şeyin üzerinden örtüsü kalkıyor. O zaman sadece içimize değil, içimize düşenin aksine de bakmak gerekiyor dışarının. Bu da her şeyden önce, insana dair bir sorumluluk yüklüyor yine insana...
Yaşamda bize biçilen rollerin içinden yazan olmayı seçmek.. Üstü habire kapatılmaya çalışılan ben'e yaşama hakkı vermek. İnsanı yaşayabilir kılmak... Önemli geliyordu bana. O zaman daha da derinleşmek gerektiğini anladım. Kaç kat olursa örtü, kaldırmak gerekiyordu her birini. Canını yakma pahasına, elini daldırdığında içine, eline neyin bulaşacağını geleceğini bilmesen de. Ve bir gün yanlışlıkla kalbini bile söküp alabilecekken bunu yapmak gerekiyordu. Bizi durduran şeylere de karşı durmak gerekiyordu elbette. Dolayısıyla aynı konuya geri dönersek... Seçmek... çok daha anlamlı bir sözcük olmaya başlıyordu.
Bazı kitapları çok erken okuduğumuzu düşünüyorum. Bazı kitapları dönüp bir kez daha okumak gerektiğini. Söz ettiğim gibi Otuz Yaş Öyküleri’ne aynı gözle şimdi, artık otuzdan epey yol almışken. O yaşın tılsımı üzerimden sihrini toplayıp gittikten sonra dönüp tekrar bakmak. Sonra pencereyi açıp dünyaya bir kez daha bakmak. İçimden çıkıp kendime bir kez daha bakmak… Bakmak, bakmak... Gördüğüm ama bakmadığım şeylere… Hızla giden bir aracın içinden gördüğüm hayata, bilmediğim bir durakta inip yavaş yavaş yürüyerek yeniden bakmak.
Belki de önemli olan özgün olmak. Ama öyle olacağım diye değil. Kendi biricikliğini koruyabilmek. İzin vermemek derme çatma da olsa senin kendi kurduğun dünyanın yıkılıp geçilmesine... Çünkü sen o kimselerin belki de beğenmediği dünyayı günlerce, gecelerce kuruyorsun. Bir de biz güzel diyoruz ya... Güzel şiir diyoruz mesela şairin kanı şiirine oluk oluk akarken… orda bir sözcük içimizi titretirken güzel dediğimiz şey, aslında çekinip de birbirimize söyleyemediğimiz. Sanki alkış tutarken alkışladığımız acılarımız. Bu nedenle şiir okumalarında ellerim hiç kavuşmak istemiyor birbirine.. Bir gün bir arkadaşım Anlamıyorum demişti, sizin yaptığınız sokak ortasında soyunmak gibi bir şey”. Ruhunuzun kılıfını atıp döküyorsunuz ortaya? Ben yapamazdım” Biz yapabildik mi Bachmann... Kim yapabildi? Kim aslında ulaşabildi ki içine, onca yol gidip de...
O yüzden ölümlere takılıp kalıyoruz... O yangını çok merak ettim. O yangın çıkmadan önce, aslında içli içli tutuşmaya başlayan şeyin ne olduğunu da.. Belki bir yangından çıktığım için de kendimce ortak bir kader ördüm seninle.. belki ben seni de böyle sevdim.. orada dünyanın öbür ucunda şiir yazan bir kadının varlığı, var olduğu, bıraktıkları belki de bu yüzden mirasım oldu benim...
İki sene kadar önce burada bir sergi açıldı seninle ilgili. O hep karşı çıktığın savaşlar hala devam ediyor biliyor musun? Senin bir şiirinde dediğin gibi.." savaşlar ilan edilmiyor artık.. sürüyor..." her boyutta savaşın içindeyiz.. sınırlar paylaşılamıyor.. kimse, kimsenin kendi sınırından içeri girmesini kabul etmediği gibi, herkes mevcut sınırlarını da genişletmeye çalışıyor. Bir arkadaşım anlatmıştı yine: Küçük oğlu, bir akşam halının üstünde oturup dünya haritasına bakıyormuş atlastan.. sonra o küçücük bedeni, kocaman aklıyla, kocaman kalbiyle sormuş: Amerika bir tarafta Afganistan bir tarafta baba.. onların Afganistan'da ne işi var?" yani pek de değişen bir şey yok aslında. Yeni karşı çıkma şekillerimiz var. Teknoloji artık daha kolay bizi bir araya getiriyor ve aynı oranda da uzaklaştırıyor... Yine de bir şeye "Hayır" demek istiyorsak bir anda yüzlerce emailde sesimiz birleşiyor. Yalnızlığımız bile hal değiştirdi yani...
Sergiden söz edecektim... “Savaşa Karşı Yazmak”tı adı.
Yine de her şey parça parça geliyor aklıma. Senin şiire, öyküye yani yazın'a bakışındaki “tek”lik ve “dil”e hep öncelik vermen bizim için de çok yol açıcı oldu. Elbette aynı zamanda felsefeci olman bir yandan Witgenstain'in izini sürmen. Diline, “dil”e bakışına da yansıyordu. Aslında ilk önce çok üzülmüştüm artık şiir yazmayacağını söylediğinde. Yani ben bunu duyduğumda. Kim bilir daha neler yazardın diye. Ama sonra anladım ki haklıydın. Şiir ancak şiir yazmadan yaşanamıyorsa yazılmalı derken evet Rilke de benzer bir miras bırakmıştı bize. Şiir, yazılmaya çalışıldıkça, ortaya çıkan şey bambaşka bir şey oluyor. Ustalıkla sözcükler seçilebiliyor, yaratıcı zeka belki imgeler de yaratabiliyor filan ama tatsız tuzsuz, rengi, kokusu olmayan, peş peşe sözcükler okuyoruz sadece.. Sanatta zorlama ile yapılamıyor hiçbir şey.. Bir kez daha gördük bunu, çok kez daha göreceğiz biliyorum. O yüzden de "azınlıklar" hiç çoğalmayacaklar. Ve yine de karşı durulabilecek kirletilen her şeye. Dünyaya, dile, savaşa...
Her şey paramparça. Nereye baksam, kime. Bu kadar parça bir araya gelir mi, getirilir mi? Her gün yeni bir ölüm haberi alıyoruz. Şu anda bile ben bunları yazarken birisi birisini öldürüyor, severek, üzerek, yok yere, bir savaş adına, hiç uğruna, inancı için... Yani öldürerek var ediyoruz kendimizi.
Malina'daki karanlık hava, bizim hep bahsetmekten çekindiğimiz, bildiğimiz ama söyleyemediğimiz şeyleri söylüyor. Babanın elini omzuna koyarak burası ölü kızlar mezarlığı deyişi, babamın bir vakitler elini omzuma koyduğu bir akşamı hatırlatıyor. Yaptığım hiçbir şeyi onaylamayan ve beni kıyasıya eleştiren babamın hayatım boyunca beni bir kez onaylayan “el’ini getiriyor aklıma.
(…)
- deryaonder's blog
- Yeni yorum ekle
- 9584 okuma