Bütün İmgeler Şüphelidir

 

Yıllar boyu Adonis’in “kadından şair olmaz, çünkü kadının kendisi şiirdir” sözünü dilimize pelesenk ettik. Adonis gibi bir şairin böyle bir cümleyi neden kurduğuna dair afallayan kadınlarla, onların yerine hislerine tercüman olan Adonis’i alkışlayan erkeklerin oluşturduğu bir toplumda debelenip durduk.

  

Yakın tarihlerde milliyet gazetesinin köşe yazarlarından birisinin “yıldızlı bir gecede (bu şiire en uygun gecelerdendir ya) dostlarıma birkaç kadın şair (alıntı böyle) adı sordum, kimse bir şey söyleyemedi” temalı ve “neden kadın şair yok” başlıklı yazısıyla zaten kanayan bir yara olan bu meselenin altı bir kez daha çizildi. İzin verirseniz tam da 8 Mart tarihinde yayımlanan bu yazıya verdiğim cevabı kısmen sizinle paylaşmak istiyorum:

 

 …Sadece antolojileri izleyen tembel okurun edinmediği, edinemeyeceği bir bilgiden söz ediyorsunuz .Yüzlerce edebiyat dergisi yaşamını sürdürmek için can çekişirken yetmiş milyonu geçkin bir ülkede bir şiir kitabı ortalama 1000 adet basılırken, burada sorulması gereken soru "Neden kadın şair yok?" sorusu olmamalı. Neden şiirimizi izlemiyoruz, neden şiire hakettiği değeri vermiyoruz, neden şiir yazan kadınları görmezlikten geliyoruz diye sormalı...Üstelik biz kadın şair sözcüğünü kullanmıyoruz bile, diyebiliyor musunuz ki erkek şair, o zaman kadın şair de diyebilirsiniz belki.. Biz ille de belirtilecekse şair kadınlar ve erkekler demeyi doğru buluyoruz.Sizin tabirinizle "kadın şair" yok demek henüz gitmediğimiz ülkeleri yok saymaya benziyor... Zira üç şair kadın ismi sayamayan dostlarınızın saydığı on şair erkek adı da her zaman sayılan isimlerden farklı olmamıştır. Köşe yazarlığı ince bir çizgi üzerinde olmak demektir diye düşünüyorum. Sadece yazınızın başlığı bile, “Neden kadın şair yok” yerine” Neden şair kadınları yok sayıyoruz ya da izlemiyoruz” olsaydı eminim zihinlerde de yeni bir pencere açardınız.

Şair kadınların işi zor. Çünkü birkaç sınavı birden vermeleri gerekiyor. Şair erkekler için şiir yazmak yeterli iken, özel ve kutsal alanları olan evlerden kamusal alana neden çıktıklarını, neden şiir yazdıklarını açıklamaları bekleniyor onlardan.

Burada tarih yazımı çok önem kazanıyor. Son elli yıl içerisinde tarih yazımı ile ilgili çalışmalara bakıldığında özellikle birinci ve ikinci feminist dalganın da etkileriyle kadın tarihinin oluşturulma çabaları önemli bir noktaya gelmiştir. Çünkü yazar ve şair kadınlarla ilgili araştırma yapmak istediğinizde, geriye doğru gidebileceğiniz çok yer yok.   

Kadınların özellikle Avrupa’da, 1960’lı yıllardan sonra feminizmin ortaya çıkışı ve kadın hareketlerinin yoğunlaşmasıyla birlikte, kendi tarihlerinin köklerine inmeye başladıklarını görüyoruz. Kendisinden kutsal olanı yapması (eş-lik, ana-lık gibi) ve mabedinden (evinden) çıkmaması beklenen kadın birden bire kalemi eline alır ve yazmaya başlar. Bunu öncelikle kendisi için yapar. Çünkü söyleyemediği şeyler vardır. Sonra aynadaki görüntüsünü değiştirmek ister ve bir gün aynaya bir eşya fırlatır. Aynanın kırılması uğursuzluktur. Olacaklar vardır, anlaşılmıştır. Bu ‘uğursuzluk’ yedi gün, yedi ay, yedi yıl, yedi yüzyıl belki de sürecektir. 

Borges ayna halkından bahseder. Ayna halkının bir gün özgürlüğünü ilan edeceğinden ve kendi gerçeğiyle yüzleşeceğinden… Şair erkekler de olduğu gibi şair kadınlarda da yazmak her şeyden önce varoluşsal bir edimdir. Gide gide benliğinin parçası haline gelir. Kimi zaman içinde gizlediği bir şeyi kağıda döker, kimi zaman gördüğünü, duyduğunu, düşlediğini, rüyasını, kâbusunu, ütopyasını ve korkularını… Bu aynı zamanda bir yaşam biçimine dönüşür.

Şair kadının dizeleri, imgeleri her zaman şüpheli, olurluğuyla olmazlığı arasında hep menfi uca yakın tercihler yapılandır ve kendi olabileceği hiç düşünülmez. Hem mutfakta şiir yazılmaz… Üstelik ne işi vardır ki şiirde çiçeğin, böceğin, çatalın bıçağın… Ama şiir yazan kadının içine şeytan girmiştir bir kez. Zaten Havva günahkâr, Sapho lezbiyen, Sylvia kıskanç bir kadındır… Nilgün hastalıklı, Emily onulmaz bir yalnız…   

Gerçek hayatın içinde gerçek’ten düşsel bir dünya yaratmaya çalışan şairlerin dünyasında herkese yer vardır, ilişkiler doğrultusunda… Şair kadın edebiyat çevrelerine girmek için kadınlık giysisini çoğu zaman evde bırakmak zorunda kalır. Oysa kadınların yazdığı şiirlere genel olarak bakıldığında onların imge alanlarının, düş zenginliklerinin, sözcükleri yan yana getirme biçimlerinin hem kendilerine özgü hem de bir merkez etrafında toplanabilir olduğu görülür. Bunun için sadece şiirlerden yola çıkmak ve şiirin kıstaslarını kullanmak yeterlidir.

Son 50-60 yılda kadınlar için çok şey değişti. Anna Sexton, Sylvia Plath, Maxine Kumin, Adrienne Rich, Furuğ Ferruhzad, Nazik el Melaike gibi kimi şair kadınların yaşamlarını açık yüreklilikle ortaya koymaları ve öfkelerini örgütleyerek şiire dönüştürmeleri “yeniden doğuş”, “yeni kadın”, “yeni yaşam” gibi kavramların pek çok yazan kadın tarafından da sahiplenilmesine ve kendilerinin farkına varmalarına neden oldu.  

Örneğin Sylvia Plath ve Furuğ Ferruhzad’a aynı anda baktığımızda şunları görürüz: Plath 1932 yılında doğmuştur. Ferruhzad ise 1935. Plath içimizi acıtarak intihar eder 1965’te. Ferruhzad ise ondan 3 yıl sonra sırrı çözülememiş bir trafik kazasında ölür. Birisi Amerika’da diğeri İran’da aynı yıllarda yaşayan iki güçlü şairin iki şiiri beni hep düşündürmüştür. Plath’ın “Lady Lazarus”u ile Ferruhzad’ın “Kurulmuş Bebek” şiiri aynı sesle benzer şeyleri söyler.  

Şiirlerin tamamını alıntılamak ve bütünlüklü söz etmek başka bir yazıya kalsın. Ama sadece şu kısa alıntılar bile dünyanın farklı yerlerinde farklı konumlarındaki batılı, doğulu, siyah, beyaz, aristokrat ya da işçi fark etmez iki kadının şiirde buluşmasını görmemiz, iki şairin şiirleştirdikleri çığlıklarını duymamız için yeterli olur sanırım:  

Plath:

beni siz yarattınız

ben sizin kıymetli eşyanız

eriyip bir çığlığa dönüşen 

 

 som altından bebeğiniz.

Dönüyor, yanıyorum.

Yüksek alakalarınızı küçümsüyorum sanmayın.  

 

Karıştırıp durduğunuz

Küller,  küller-

Et, kemik, yok orada başka bir şey-

…  

 

Ferruhzad:

böylece kurulmuş bebekler olunabilirdi

kendi dünyalarının camdan gözleriyle görebilirlerdi.  

 

Bezden bir kutuda

Saman doldurulmuş bir bedenle

Senelerce danteller ve pullarla iç içe uyunabilirdi

Her bir elin anlamsız sıkışıyla

Sebepsiz bağrılabilir ve denebilirdi:

“ah çok memnun oldum”

 

Başlangıçta “itiraf şiiri” gibi algılanabilecek bu durumu, kadının sessizliğe gömülü upuzun tarihiyle birlikte değerlendirince; yaranın iyileşmesi için irinin akıtılması olarak görmek mümkün. Çünkü benzer bir durumu gecikmeli de olsa 80’li yıllardan sonra biz de yaşadık.  

Özellikle 1980’den sonra şair kadınların sayısında görülen artış tesadüfi değildir. Bunda ülkemizde kadın hareketlerinin artması ve desteklenmesi (her şeyden önce kadınların birbirini desteklemesi), öncül nitelik taşıyan bazı edebiyat dergilerinin şair kadınlara yer vermesi gibi nedenler önemli rol oynar. Ama asıl önemli olan dönemin şair kadınlarının onlardan (her nedense) hiç beklenmedik (ama aslında sadece içlerinden çıkardıkları) şiirler yazmaları, şiirlerindeki dilin nitelikli ve çarpıcı isyanı, sözcükleri yırtış şekilleridir. Çünkü bu hem izleyici konumunda bekleyen diğer kadınların harekete geçmesine hem de yazmak için cesaretlendirilmelerine yol açmıştır.   

Melih Cevdet Anday bir söyleşisinde tarih her zaman geçmişten geleceğe yol almaz, çoğu zaman da gelecekten geçmişe yol alır diyor. Biz kadınlar ne yazık ki, yolun çoğunu gözlerimiz bağlı geçmek zorunda kaldık. Dolayısıyla gelirken geçtiğimiz yolların çoğunu görmedik. Ama bugün adım adım geriye doğru gittiğimizde, parçaları rahatlıkla birleştirebiliyor ve üstü örtülü şeylerin örtüsünü korkmadan kaldırabiliyoruz.   

Artık hiçbirimiz George Sand gibi başka bir isim kullanmak zorunda değiliz. Woolf’un “kendine ait bir oda”sının pencerelerinin kendine ait dünyalara açıldığını zamanı gelince hepimiz öğrendik. Çoğu kez kalemin ucunu geri çekmenin, bazı sözcükleri en dişeyle rafa kaldırmanın, aslında kendini geri çekmek olduğunu da… Plath mutfakta havagazı fırınına başını sokarak ve çocuklarının sütünü hazırlayarak öldüğü için, sokak lambasına kendisini asan Nerval’den ya da bileklerini kesen Yesenin’den daha az şair değil. Adını hatırlamadığımız ama tarihe Virginia Woolf’un onun önünü hiç kesmeyen kocası olarak geçirilen adamla, Plath’tan Ted Hughes’ün karısı diye bahsetmek arasında hiç fark yok. İkisi de haksızlık…   

Bugün öyle bir noktada duruyoruz ki herhangi birisi hangi yoldan gitmek istiyorsa, ona uygun araç gereç temini yapılabiliyor. Dolayısıyla her zaman olduğumuzdan daha özgürüz biz kadınlar ve erkekler. Örneğin dergiler var… Hiçbir yere çıkarmayan ve hiçbir görüntü vaat etmeyen… Dergiler var… Kırpıp kırpıp yıldız yapan… Dergiler var, basamaklarını ahşap kurtları kemiriyor… Örneğin ödüller var… Havai fişekler fırlatıyor şiirin gökyüzüne… Ödüller var… Teşekkürü borç biliyor… Genç şair enerjisini nereye yönlendireceğini bilemediği için ödülden ödüle koşuyor, dergiden dergiye… Tanınmak istiyor… İsmini duyurmak istiyor… Yaşlı şair telaşlı… Belki zamanı az… O da koşuyor dergiden dergiye, ödülden ödüle… Herkes mi derseniz… Elbette hayır… Çünkü hiçbir gösteri izleyicisiz olmaz…  

Bütün bunların arasında şair kadının yapması gereken (aslında şairin) önce kendi varlığının farkında olmak ve içindeki potansiyeli yaratıcılığa ve üretkenliğe dönüştürebilmek. Anais Nin’in “Yeni Duyarlılık/Kadına ve Erkeğe Dair” adlı kitabında ısrarla vurguladığı şey de budur. Yapılması gereken saldırı ya da savunma değil, hele sırf saldırı hiç değil. Biz verili değerler, verili koşullar üzerinden düzeltmeler yapmak ya da yarışmak zorunda değiliz. Doğamızdan kaynaklanan ve yıllarca bir şekilde üstü örtülü olan değerlerimizi, isteklerimizi cesaretle açığa çıkarmalıyız. Hele sanatsal üretimde bulunan kadın, canının ne kadar acıyacağına aldırmadan kendi içine dokunabilmeli ve doğal sınırlarını çizebilmek için kendisini zorlamalıdır. Çocukluğumuzdan itibaren içimize yerleştirilmeye çalışılan anne-lik, eş-lik gibi rollerin yanı sıra sanatçı olmayı da suçluluk duygusuna kapılmadan aynı potada eritebilmeliyiz. İhtiyacımız olan şey sadece kendimiz. Öykünmek değil. Yazmak ancak yazmadan nefes alınamıyorsa hayatın bir parçası haline gelir ve şairin şiiri ortaya çıkarması gibi şiiri de şairini şekillendirir. Proust’un deyimiyle önce şeyleri ebedileştirip sonra onların ebedi olduğuna inanmak için yazarız.  

Özgürlüğün sadece serbestlik olmadığı, asıl özgürlüğün özgürce düşünebilmek ve özgürce üretebilmek olduğunu biliyoruz. Bizi yaralayan, inciten, soluğumuzu kesen aslında sadece onunla birlikte büyümeye ve yaşamaya alıştığımız şeyden, içsansürden başka bir şey değil. Ancak psikolojiden de bildiğimiz gibi sonradan kazanılan bazı haklar eğer hazmedilemezse ve taşlar yerli yerine oturtulmazsa sanatçının/şairin özgürlüğü başına bela da olabilir. Ve rotasını yitirmiş bir kaptan gibi denizde savrulabilir.   

Şiiriyle görünmek isteyen şairle, şairlikle bilinmek isteyen şiir yazarı arasında derin farklar var. Yaşamı boyunca 1775 şiir yazan ancak sadece 7 şiiri yayımlanan Emily Dickinson örneğinde olduğu gibi… Bütün mesele şiire nasıl baktığımız ve onu yaşamın neresine koyduğumuz.  

Diğer yandan, dili varolan sistemden koparmak mümkün değil. Ama değiştirmek, dönüştürmek, kullanım dışılığa terk edilen sözcükleri tekrar dolaşıma sokmak, mevcut biçimleri zorlamak mümkün. Kadın olsun, erkek olsun, şair şiirini oluştururken işte bu verili dille daha başından savaş halindedir. Kendi sözcüklerini, kendi ifadelerini bulabilme arayışı ve en önemlisi özgünlüğünü ortaya çıkarabilmek için dille amansız bir mücadeleye girer, girmelidir. Anna Sexton bir söyleşide yirmisekiz yaşına kadar beyaz sos yapmaktan ve bebek bezi değiştirmekten başka bir şey bilmeyen, benliğinin içine gömülmüş birisi olduğundan söz eder. Ama aşağı yukarı yirmisekiz yaşlarında yüzeyin çatladığından.   

Yüzeyin çatlaması… Bütün yapılması gereken belki de bu… Çatlakların, yarıklara; yarıkların dağılmalara dönüşmesine izin vermek. Ve havayla temas ettirmek yarayı…  

Son söz yerine, yayımcısına şu mesajı gönderen Charlotte Bronte’nin sözlerini dile getirelim:  

“Ben sizin karşınıza bir kadın ya da bir erkek olarak çıkmıyorum. Bir yazar olarak çıkıyorum. Sizden de getireceğiniz eleştirileri bu yönden yapmanızı istiyorum”

 

 

2005 yılında, Yaratim Dergisi'nde yayımlandı.   

Back to top