“Başım Sıkıştıkça Seni İt Gibi Seviyorum”

Bir süredir aynı şeyi düşünüyorum. Kitaplığa gidip, hep aynı kitapları alıp koyuyorum masama… Kapağına bakıyorum kitapların. “Fırat’ın Su Yüzlü Çocukları”na bakıyorum, “Hay Benim Boynum Kopsun’a… Raşit Abi’nin çektiği, o sabah alelacele çoğaltıp yakalarımıza taktığımız siyah beyaz bir fotoğrafa. Aslında bir şey yazmak da istemiyorum. Sadece “ölüm”ün bizden bile isteye aldığı, çoğunda da “çekip aldığı” insanları düşünüyorum. Uzayıp gidiyor liste, uzayıp gidiyor zaman…

  

Kars’ın Susuz ilçesinden, “Çamçavuş” köyünden gelip aramıza karışan, şiire karışan Öztürk Uğraş’ı düşünüyorum. Çünkü hemen hemen hangi şiirini okusam yeniden, pusulası toprağına dönük. Gidip bakıyorum internetten. Kars’a, Susuz’a, Çamçavuş’a… İstersem “google earth”ten, öyle oturduğum yerden de bakabilirim.

 

  “hiç kimse polis otosunun üstündeki

    mavi ışık kadar üzgün değildi”  

dizelerini okuduğum ilk günden beri, ne zaman görsem o “mavi ışık”ı, o “üzgünlük”ü düşünüyorum yeniden…

Onun, “anacım, altını çize çize okuyorum kitabını, bir ara konuşuruz” deyişini hatırlıyorum hep. Ki hiç oturup konuşamadık bunu… Yine de merak ederdim ben Öztürk’ün okuduğu kitapları… Neleri işaret eder, yanına nasıl notlar düşer… 

Bazı şairler öyledir, kocaman kalpleri, kocaman gövdeleri vardır ama gölgeleri daha büyük dursun diye uğraşmazlar… Yaşamda “uğraş”mak için seçtikleri şey, insan’dan öteye gitmez... Seslerinin duyulmasını isterler ama “hey buradayım” diye bağırmak istemezler. Bunca gürültü usulca bir şiire nasıl girer, girdiği andan itibaren şiirleşirken neye dönüşür, şiir bittiğinde artık yeniden başlayan ya da yeniden biten nedir? Yaşamda, bir şiir fazla bir şiir eksik, bir şey değişmiyorsa neye yarar ki yazmak?

Kendisi için “hay benim boynum kopsun” diyebilen, bunu kitabının kapağına yazdıran, “biriyle çürüyenlere…” ithaf edilmiş bir şiirin şairinden söz ediyoruz. Bir dosttan... Dost bir sesten…

İstanbul’a gelişinin ardından hepimiz gibi “kentli” olan ama bir türlü “buralı” olamayan, dahası olmak istemeyen, “kaçak yapılar gibi tedirginim” ve “ancak zenci kadar gülüyorum” diyen bir şairden…

1957 yılında Kars’ın Susuz ilçesine bağlı Çamçavuş Köyü’nde doğar Öztürk Uğraş… 6 Ağustos 2004 tarihinde terk eder şiiri, İstanbul’u ve bizi. İlk kitabı 1992 yılında yayımlanır. “Sesli Konuşun”. Daha ilk kitabının gelişinden bellidir, yaşama meydan okunacağı. İnsanları yaklaştıran ve uzaklaştıran, dost ve düşman yapan, barış’ın ve savaş’ın en önemli gücü olan dil, kendi içine döndüğünde ve kıvrılmaya başlandığında, bir başkası için zehir üretme evresindedir ve seçilerek seslendirilen sözcükler çoğu zaman yapaydır. O aslında “Sesli Konuşun” derken “kendiniz olun” demek ister gibidir.

İkinci kitabı, “Ekmeğin ve Suyun Tanrısı” 1994 yılında Berfin Yayınları’ndan çıkar. O yine dünyayı olmasını istediği gibi çizmeye devam eder şiirlerinde. 1997 yılında üçüncü şiir kitabı, “Fırat’ın Su Yüzlü Çocukları” ve 2001 yılında ise bize bıraktığı dördüncü ve şimdilik son kitabı “Hay Benim Boynum Kopsun” basılır Piya Kitaplığı’ndan. Bir süre “Kunduz Düşleri” ve “Ütopiya” pratiklerinin içerisinde yer alır. Dünyaya karşı seyirinin bir parçasıdır bu da.  Bir yandan da belediyelere bağlı bir “kamu kuruluşu” olan “mezarlıklarda” memurluk görevini sürdürür. Hatta yakın dostları kendi aralarında ona “mezarcı şair” diye seslenirler. O gülümser buna sadece… Aslında belki de “Sesli Konuşun”daki ironi biraz da bu memuriyetin başlangıç yıllarında taşların ve toprağın sessizliğine bir çağrıdır. Bana geceler, günler boyu dediklerinizi hele bir de dile gelip söyleyin.

“Ölüm” duygusu, ölüm’ün varlığı, sadece yazıyla çiziyle uğraşan insanları değil, aklını ve kalbini yaşamsal fonksiyonlarının ve ihtiyaçlarının dışındaki şeyler için kullanabilen herkesi de, ölüm-yaşam köprüsünün ince çizgisinde getirip götürür. Bu sorgular, kimi zaman sessiz sedasız içte mayalanmaya devam eder ve artık ölüm/ölüm duygusu yaşamın bir parçası halini alır. Kimi zaman ölüm duygusu, yaşama duygusunu mağlup eder ve kendi zafer çığlıklarıyla alıp götürür bizden sevdiklerimizi. Öztürk, son nefesine kadar yaşamın iplerini elinden bırakmayan insanlardandı. Ama, uğursuz bir hastalık alıp götürdü onu. Her gidenle giden yanlarımızı da alıp götürdü giderken…

Şu yıldönümleri, anmalar… Sanki o güne saklanmış bir kederi ya da bir hazırlığı hatırlatıyor gibi olsalar da aslında başka bir duygusu var. Hele de tanık olunmuş süreçlerin sonunda gerçekleşmişse bu ölüm, mevsimi yaklaştıkça, bir yıldönümü daha geldikçe, bir şey kendiliğinden huzursuzlanmaya başlıyor. Yani tam o gün, o saatte mesafeler kapanıyor ve sanki bir “dejavu” kaplıyor insanın içini…

Bir şey demek istemiyorum. Sadece anımsamak, anımsarken anımsatmak, yazının kendi diliyle ona bir kez daha seslenmek… Kitaplarını üst üste pencere kenarında, çalışma masasının üzerinde, kanepede otururken yeniden karıştırmak birkaç dizeyi yüksek sesle mırıldanmak... Şair iyi ki varsın, şiir iyi ki varsın demek… Çünkü şiir yaşamın içinde de insanın içinde de taşları yerinden oynatabilir diyebilmek…

Mesela üçüncü kitabı olan “Fırat’ın Su Yüzlü Çocukları”nı “intihar notu” adlı şiiriyle bitirir Öztürk…  

“biliyorum

intihar

bedendeki sabrı utandırmaktadır

ama seni öylesine çok sevdim ki

bedenimin en ufak zerresine 

                       aklımın sözü geçmiyor hoşça kal…” 

 

Sonra Lamia çıkagelir… “Hay Benim Boynum Kopsun”da bir bölüm ayırır Öztürk, “Lamia için. Başlığını da “Lamia’ya Mektuplar” koyar. İki düzyazı şiir ve üç şiirden oluşur Lamia’ya giden yol. “Siz öyle mi yaşlanırsınız gitmek gibi uzun” dizesiyle başlar ilk mektup. İkincisinde, “başım sıkıştıkça seni it gibi seviyorum” der. Bir başka şiirde “bu Lamia beni sırtımdan vurabilir” dizesini fısıldar dostlarına… Yine de soruların çoğu hep Lamia’yadır: “SEN IŞIKLARIN KİMİN YÜZÜNDEN GÜZEL OLDUĞUNU SANIYORSUN” dizesi işte böyle büyük harflerle büyük büyük sorulur Lamia’ya…

Lamia şiirlerde de hiç konuşmaz, sorulara cevap vermez... O biraz da bütün şairlerde var olan “gizli özne”dir. Her birinde başka bir isimle anılır. Mektupların altına atılan imza “yıkım günleri’95”tir. Lamia’ya gidip gelmekten yorulduğunda da arkadaşlarına bir kez daha seslenir:

 “arkadaşlar… arkadaşlar

kaçak yapılar gibi tedirginim

belki yaza çıkamam, üstümde kalmasın

yaralarımın size selamı var

acılarım da gözlerinizden öper”  

Yıl 2001’dir… Ölüm’ün, onun elinden kalemini çekip almasına üç yıl vardır daha…

O zamana dek, o “yazmak”la çıkmaya devam eder yaşamın karşısına. Bütün “hoşcakal”ların ardındaki yeni “merhaba”yla. Bütün “intihar notları”ndaki gizli yaşama isteğiyle.

Ve dostlarına bir kez daha hatırlattığı, altını çizdiği şey, “Lütfen kavga!”dır.

 

Not: Bu yazının kısaltılmış bir bölümü 6 Ağustos 2008 tarihli BirGün gazetesi’nde yayımlanmıştır. 

Back to top