“kendine döküldüğün yerden topla beni” (*)

Başka bir parçası var mı çemberin? Üçümüzü topladığında bir evren etmez mi? Bir adım daha yakın olduğumuz “ben” ve “siz” ve istesek de istemesek de ilişkide olduğumuz, er ya da geç farkında olmak zorunda olduğumuz “öteki”…

  

Her seferinde kendimden başlayıp çıktığım yolda, ben, öteki-ben, siz, öteki-siz çarpışıp durmuyor muyuz? Ama belki de yola çıktığımda ve bütün bu uğrakları selamlayıp tekrar geri döndüğümde karşıma çıkan ben, artık başlangıçtaki ben değil…

  

Evet, bir şiiri okuyup bitirdiğimizde de artık başladığımız noktada olamıyoruz. Şiiri diğer yazın türlerinden benzersiz kılan kendine özgülük hakkında çok şey yazılmıştır.

  

Hepimiz dahil olduğumuz dil içerisinde kendi sözcük evrenimizi yeniden oluştururuz. Okuduklarımız, işittiklerimiz, izlediklerimiz bir taraftan bize yeni sözcükler armağan eder bir taraftan da bildiğimiz ama kullanmadığımız sözcükleri çağırır. Yani şiir yazarken aslında kullandığımız bir kişisel sözlüğümüz vardır. Bu nedenle de aynı duyguyu anlatsalar bile iki şairin şiiri bizi bambaşka yerlere götürür. Zaten her bir sözcük, kendi sözlük anlamıyla kendi alanını oluşturur ve bizi işaret ettiği şeyin anlamına gitmeye davet eder. Ancak kişisel sözlüğümüze giren her yeni sözcük için, tıpkı bir eve yeni taşınan kiracılar gibi, belleğimizde bir alışma, dilimizde bir yerleşme dönemi vardır. Aksi halde, sırf sesinden, anlamından dolayı şiirde kullanılan sözcükler bir türlü yerine oturmuyor, sürekli sırıtıyor.

  

Şiir ise, çoğu zaman sözcüğün bu ilk anlamıyla yetinmek istemez. Elbette kalem deyince akla ilk gelen yazı yazmak için kullandığımız bir araçtır. Zihnimizde oluşan görüntüsü standarttır. Ama şiir bu ilk anlamın ötesinde, şairin de okurun da algılarıyla oynamayı ister. Şiirin zenginliği de burada başlar. Gerçeğin çıplak algısını kırar. Her zaman bakıp geçtiğimiz nesnelere başka bir işlev yükler. Bütün bunlar olurken en önemli şeylerden birisi şairin algısıdır. Şair, herkesin baktığı şeylerde farklı ne görmektedir? Bu zamanla oluşan bir algıdır aynı zamanda. Bir şeyin ötesini görebilmek… Onu diğer var olanlarla yeniden “kendine göre” ilişkilendirmek. Ancak şair, beslenmiyorsa, hele de dengeli beslenmiyorsa kendisinin de yazdığı şiirin de dil’in içerisinde yoksul bir dünyaya sıkışıp kalması olası.

  

Bu nedenle okuduğumuz her şiir bize aynı zamanda bir şair dili, bir şair dünyası da sunar.

  

Cenin, Arapça bir sözcük. Karındaki çocuk, döl diye geçiyor sözlüklerde. Berna’nın kitabı iki bölümden oluşuyor. Birincisi “cenin şiirleri”, ikincisi ise “aşk ve zaman şiirleri”…

  

Cenin Şiirleri, bellidir ki şair tarafından önceden en azından düşüncesi kurgulanan şiirlerdir. Dokuz tane olması, ceninin rahme düştüğü andan doğum anına kadar geçen “dokuz ay on gün”lük sürece atıfta bulunur. Biçim olarak, anne ile çocuğun içsel konuşmaları şeklindedir. Dokuz şiir içerisinde anne ve ceninin yanı sıra , “uyku”, “öğüt”, “ayna”, “oyun”, “oyuncak”, “oda”, “beşik”, “sancı” ve “kordon” da söz alır. Kolaylıkla algılanabileceği gibi, bu sözcükler cenin, anne ve çocuk’la hemen ilişkilendirebileceğimiz sözcüklerdir.

  

Şairin, bizi anne ve cenin üzerinden şiire davet etmesi şüphesiz kurmak istediği derinliği gösteriyor. Çünkü cenin dediğimiz şey, annenin (kadının) içindedir. İşin bilimsel taraflarını bir yana bırakırsak, dokuz ay on gün boyunca, anne (kadın) içinde günden güne büyüyen, gittikçe kalp atışlarını hissettiği, belki de yaşamda taşıyabileceği en anlamlı yüklerden birisini taşır. Cenin ile çocuk arasındaki fark, ceninin henüz kendi bedenini taşımaya haiz olmayan, henüz ilk sesleri bile çıkaramayan, her şeyden önce bir yere gidemeyen, kaçamayacak olan, annesinin yedikleriyle beslenen, onun gittiği yere gidebilen bir varlık olması.  Anne açısından bakıldığında –ki kadınlar bunu genellikle yaparlar- bu süreç aynı zamanda bir kendi kendiyle konuşma haline dönüşür. Hele ki bu cenin bir aşk’ın ardılı ise annenin kendi içine dökülen yanıdır aynı zamanda. Biz bu ilişkiyi yıllar önce Oriana Fallaci’nin “Doğmamış Çocuğa Mektup” isimli kitabıyla neredeyse iliklerimize işlercesine nüfuz etmiştik.

  

Berna’nın cenin şiirlerinde de bu içe dökülüşü yoğun bir şekilde hissetmek istiyoruz. Cenin şiirleri olmasına rağmen anne ile konuşan, dertleşen, halleşenin çocuk olması bile bir anlık duraklamaya neden oluyor. Anne’nin onun henüz temas etmediği dünyayı kendi gözleriyle anlatışını, hala aşkı özleyişini, incelen ve derinleşen serzenişi, kendi çocukluğu ve özlemlerini dile getirişini yer yer hissediyoruz. Bu anlamda bireyin, yalnızlığını, dünyanın en özel ve benzersiz bağıyla bağlandığı cenine (henüz çocuğa değil) anlatmasından daha fazla şey bekliyoruz. Şair bu beklentiyi bize içinde ne olacağını merak edeceğimiz bir armağan gibi sunduğu için, bunu bekliyoruz. Ne var ki, anne ile çocuğun konuşmaları çoğu zaman konuşan çocuk gibi görünse de yine “annenin ağzıyla” ilerliyor. Bu da bizim umduğumuz derinliği yakalamamıza engel oluyor ve bu “kurgu”dan beklediğimiz şaşkınlığı hissettiremiyor. Bu yetersiz hissin nedenlerini belki yine şiirin yapısında arayabiliriz.

  

  • Ayna: ne zaman netleşecek görüntün/sırlarını dök yeter içine kapanıklığın (Cenin III, Syf.18)

 

  • Oyun: kuralsızdı her şey/ve de her şey kurallı/bindiğimiz atlıkarıncalar gibiydik/ yenilgiyi beraberinde döndüren (Cenin-IV, Syf.21)

 

  • Oyuncak: oyunların anlamıydım ya/hayal et ve oyna beni (Cenin V, Syf.25)

 

  • Oda: oyun hamurundan gösterişli bir sahne/dünya ılık tebessümlere gebe/hayallere muhtaç… (Cenin VI-Syf.27)

 

  • Beşik: ninnilerle sallanırken/küçük bedenler/sessizliğin içinde birer sesti notalar (Cenin VII, Syf.30)

 

  • Sancı: âh hangi şiirde saklı/o ağrı ki büyük olan (Cenin VIII, Syf.32)

 

  • Kordon: özgürlük kuyuda duyulan çığlık/kes bağımı çekip al/göğün gül yüzüne (Cenin IX, Syf.35)

  

Örneklere baktığımızda neredeyse bütünüyle düz çağrışımla ve sözcüklerin bire bir sözlük anlamlarıyla yalnız bırakıldıklarını, dize içerisindeki diğer sözcüklerle ilişkilendirilerek bizi yeni bir “imge düzeyine”, yeni bir anlama taşımadığını görüyoruz. Hepimizin zamanında çok oynadığı çağrışım oyununu hatırlarsak, beşik dediğimizde zaten ilk aklımıza gelen şeylerdir, ninni, sallamak, küçük beden (bebek), sessizlik (uyuması lazım bebeğin), birer ses (ninniyi söyleyen anne ya da kimse), notalar (ninninin bir ezgisi olmalı) gibi… Oysa şiirden beklentimiz biraz da bize bildiklerimizden bilmediğimiz başka bir şey yapması değil mi?

  Cenin-IX şiirinin sonu “çocuk: ve ağlamak ve merhaba demek dünyaya/yolun sonunda” ile

bitiyor. Yani beklediğimiz gibi çocuk dokuz ay on gününün sonunda merhaba diyerek ve ağlayarak dünyaya geliyor. Yani şaşırmama halimizi kesintiye uğratmadan tamamlıyoruz bu şiirleri.

  

Demek istediğim şu, bu bir kusur olarak algılanmamalı elbette ama ben en azından kendi adıma bir şiirin, şairin algı dünyasının kapılarını açmasını, dille kurduğu yeni ilişkileri (yoktan varetme anlamında değil), imkânları, dilin nasıl kırılabileceğini, neler yapılabileceğini göstermesini diliyorum. Bu anlamda bizi şaşırtan bir şiirden henüz söz edemiyoruz.

  

“Üstü kalsın”, “aşkları da vururlar”, “sakın gözlerini kapama” gibi dizeler bize başka söyleyişleri anımsatmaları nedeni ile; “gençliğe zaman yetmez”, “içimdeki yetim çocuk durma”, “karasızlıklar kararların adım adım önündedir hep”, “kaç pınar içilmiştir sevdaya dair” gibi dizeler eskimişlikleri ve şiirsele olan uzaklıklarıyla bizi de kendi sükunetinin içine çekiyor.

  

“Kendi sıcaklığındandır ki çocukluğu suretimin”, “sondan başa/ aşağıdan yukarıya/ hep çaprazdır hüzünler”, “son bahardan duyulur”, “bu yürüyüşler, bu koşular”, “yaş, anmak ve yaşlanmak”, “yazamadıklarım yaşadıklarıma yazılandı”, “bir sevda ezberlemek vardı da/ne yazık! ruhu çalınmış aşkların”, “son-uçsuzluğum elimde şimdi”, “aşkçocuğum”, “aşksandalım”, “aşkbakışı” gibi söyleyişler ise yapılışlarındaki farklı sorunlar ve tekrarlar ile bizi şiirin uzağına itiyor.

  

Oysa şiirlerin bütününe bakıldığında son derece kırılgan bir (şair) özneyle karşı karşıya kaldığımızı görüyoruz. Bütün hesaplaşmaları tek başına yapan, soruları kendisine sorup kendisi cevaplayan, keder, sessizlik yalnızlık, özlem, acı, unutmak, incinmek, hatırlamak, rüya, uyku, susmak, ölüm, gece gibi soyut kavramlarda geziniyor şair.

  

Yoğun bir şekilde kullanılan ayna imgesi (“başını kaldır bak/ aynaya sarkar gibi/ oysa ayna benim…”, “sana benziyorum ayna kırığında”, “yanılgılar mı aynalarda biriken yüzüm?”, “aynalara küsen bir veda olsam”, “aynalar! İncinmiş yüze dokunurken”, “aynalar dar bir köprü”) biraz da bunu doğruluyor. Seslenmek, göstermek yerine kendiliğinden fark edilişi bekliyor ve bunun için ayna gibi kendisine bakılmasını ve görülmeyi istiyor. “Bazen hayat doğmuyorsa/benim kısırlığımdan” dizeleri, şairin bütün hesapların sonunda bakiyeyi kendisine bıraktığının bir başka göstergesi. Şiire giren, kendisine seslenilen özne hariç, tek canlı şey kuşlar. Ama onlar bile “ölü kuşlar” olarak görünüyorlar. Neredeyse bütünüyle sesi hiç yükselmeyen, öfkelenmeyen, kızmayan, gerilimi olmayan mırıldanan şiirler.

  

Bütün bunların yanı sıra dikkat çeken başka bir şey şairin şiirle ve sözcüklerle derdi. “sözcükler indiriyor perdelerini”, “dizeler alıntı hepimizden”, “anın fotoğrafını çeksem bir şiirle nasıl görünürdüm”, “bir şiirden çıkıp kendime dönüyorum”, “leyli bir masaldır şiir”, “gövdemde duruluğun usulca akan şiiri”, “sözler uyanmıyor yetişmiyor bahçelere”, “yazmadığım bir şiire inandım” gibi dizeler yolculuğun sürdüğünün, şairin dünyayla usulca çekişirken, şiirle de kavgası olduğunun belirtileri.

  

Kanat, köprü, raylar, firar… Gidebilme isteğini işaretliyor sürekli... Ama henüz gidemiyor… “Koştukça yürüyorum kendime” dizesi içe yapılan tüm yolculukların ağır aksaklığını, bu hızın dünyanın hızıyla doğru orantılı olmadığını, gide gide alınacak yolun belki de ancak bir arpa boyu olacağını söylüyor.  

  

Sonuç olarak Berna Olgaç, kendi verdiği şiir işaretlerini izleyerek söylersek, kendisinin, dilin, dünyanın kabuğunu biraz kırmalı… Belki de dilini yırtmalı diye düşünüyorum. Çünkü belli ki bunu o da istiyor. İlk kitap ilk cinayettir demiştim ben de ilk kitabım çıktığında. İnsan önce kendinden başlar, kendi ben’ini öldürmekten… Berna’dan bir alıntıyla bitirelim. “Güle Çarptıkça” şiirinden:

  “…

bir yanımla bu şehre batık kalbim

 

gülüşü güllere çarptıkça genişleyen

 

çocuk misali

  

kendine döküldüğün yerden topla beni…”

  

* ben-siz ve öteki, kül sanat yayınları, İstanbul, 2006

Bu yazı Sanat Cephesi Dergisinin 29.sayısında, Genç Şairler Genç Şairleri Eleştiriyor dosyasında yayımlanmıştır.       

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Back to top