Nefes - Kim Ki Duk

Bilgisayarın bir köşesinden çıkan bir yazı. Pandeminin en ağır kayıplarından biri olarak, hayatını o süreçte kaybeden Kim Ki Duk'un Nefes filmiyle ilgili yazmışım eskiden.

*

Nefes (2008) Kim Ki Duk / 16 Subat 2008 Cmt

Kim Ki Duk’un ondördüncü filmi Nefes. Daha önce Samaria (Fedakar Kız), İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış.., Boş Ev, Yay, Zaman gibi filmlerini izleme imkanı bulmuş seyirciler için yine “tam da bir Kim Ki Duk” filmi diyebileceğimiz bir film.

Film ana eksende cezaevinde geçiyor. Nedenini bilmediğimiz ama ilk sahnesinde idama mahkûm edilen biri olduğunu anladığımız bir adamla karşı karşıya kalıyoruz. Sessizliği ve sesleri canımızı sıkacak ve bizi rahatsız edebilecek kadar iyi kullanabilen bir yönetmen bana göre Kim Ki Duk. Ki sessizlik onun dilinden anlamayanlar için, ha iki dakika ha iki saat çok sıkıcıdır. Sonra sessizlik düşünmeye giden bütün yolları açar. Çoğu zaman kendimizi bir sesle bastırırız. Televizyonun sesi, müzik, sokağın sesi, birinin sesi, klavyenin sesi gibi.. Oysa sessizlik ya da başka bir ifadesiyle boşluk da diyebiliriz, şeyleri anlamlı kılar. Tıpkı iki sözcüğü ayıran boşluğun bile işlevsiz olmaması gibi…

Ve kendi alfabesi vardır sessizliğin. Örneğin Boş Ev’de film boyunca hiç konuşmayan, yalnızca bir sahnede çığlık atan kadın aslında herkesten daha çok şey anlatır bize… Nefes’te de aynı kadın sessizliğini görürüz. Ama aynı sessiz kadınlar biriktirdikleri sözcükleri filmin en umulmadık yerlerinde, en umulmadık şekilde dışavururlar. Her şeyi izliyorlardır ve farkındadırlar. Ve değiştirme usülleri de kendilerine hastır.

Aslında zaten Kim Ki Duk’un, şaşırtmak, sürpriz yapmak gibi bir isteği de yok. Yaşamın çoğu zaman bir döngüden ibaret olduğunu vurgulamak ister gibi, hemen hemen tüm filmlerinde ya mevsimleri ya gece-gündüzü kullanıyor. Çoğu zaman film ya sıralı sahnelerden ya tersinlemelerden oluşuyor.

Aslında bütün ipuçlarını da bize veriyor. Dolayısıyla biz ne izleyeceğimizi tahmin edebiliyoruz ama bunun nasıl işleneceğini bilmiyoruz. Bana göre son derece gerçekçi. Çünkü bu gerçeklik somutluk üzerine kurulmuyor. O daha çok insaniliğin gerçekliği, acının gerçekliği, aşkın gerçekliği, duyguların gerçekliği gibi şeyler üzerinden gidiyor.

Bu gözle bakıldığında film bana göre her anlamıyla içeri ve dışarı’yı anlatıyor. Hayatın içi, hayatın dışı... İnsanın içi, insanın dışı… Adam’ın her seferinde kesici bir aletle, kesici bir alet yoksa herhangi bir şeyi kesici bir alete çevirerek (diş fırçasının sapını duvara sürterek onu bilemesi ve inceltmesi gibi) kendini en can alınacak yerinden boğazından yaralaması bile bana daha uzun süre hayatta kalabilme denemesi gibi göründü. Çünkü ne zaman kendini yaralasa hep ertesi günün infaz günü olduğu söyleniyordu bize. Adam ise kendini yaralıyor, hastaneye kaldırılıyor, tedavi ediliyor, geri dönüyor sonunda ama hep ertelenmiş bir infazla karşı karşıya kalıyoruz. Zaten Kim Ki Duk’un derdinin filmin sonunda adamı öldürmek olmadığını da anlıyoruz bir süre sonra.

İnsanların birbirleriyle iletişim kurma/kuramama şekillerini bir kez daha deneyimliyoruz. Kocasının kendisini aldattığını fark eden kadın bir cani gözüyle bakılan ve infaz edilecek olan eski sevgilisine koşuyor. Sanki onun yerine kendisi ölmek istiyor. Ve her seferinde dışarı’dan içeri’ye kaçıyor. Kocasının “Sen ne yapıyorsun? Benim özgüvenimi mi yıkmak istiyorsun?” sözleri bile bu açıdan bakıldığında, kadının dışarı’daki hayatı toplayıp içeri’ye götürme isteğinin sadece âşıkane değil özünde öfke dolu olduğunu, bunun bir acının dindirilmesi için daha yoğun başka bir acıyla bastırılması hali olduğunu da anlıyoruz…

Tuhaf bir şekilde rutin finalleri olan filmler bunlar. Sanki “evet hayat böyledir, böyledir ama başa dönersek, bu döngü yine sizi gelip bulur, bulacaktır. Kendi kurallarıyla ilerler hayat yine de”, der gibidir…

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Back to top