siyah kuğu, beyaz kuğu ve martı

İnsan bazen etrafını bir sis bulutu kaplamış gibi acıyla örülebilir. Ahlanıp vahlanmalardan filan söz etmiyorum. Yeryüzünde o şeyin, ortaklıkla sorgusuz “acı” kabul edebileceği haller vardır. Orda kuşkulu olan, acı’nın acı olup olmadığı değildir, bu acının öznesinin böyle bir acı’ya katlanıp katlanamayacağıdır. Başka türlü söylersek, acı’nın onu var mı yoksa yok mu edeceğidir. Ki bu yanıtlanması da sorulması kadar zor bir sorudur. Böyle zamanlarda o acı, bedenin ve ruhun etrafını bir kabuk gibi sarar. Öyle ki bir daha hiçbir şeyi (olumlu, olumsuz) hissedemeyeceğini sanır insan. Hatta o kalın kabuktan dolayı nefessiz kalacağını. Eğer yaşamın kendi doğası ona hükmedebilirse, eğer o, buna izin verirse, eğer hayatta olan direncini biraz kırarsa, aralardan hava girmesine izin verirse, bu kabuk zamanla incelir, kurur, biraz kanama pahasına yenilenir. Öznenin ille de o kabuğu üstünde taşıma arzusu yoksa ya da dindiyse, az biraz daha acıyla, o kabuk sökülüp atılabilir de. Bu, acıyı yok etmez ama dindirir. Onu taşınır kılar, insana baş etme gücü verir bir yanıyla da. Belki de bir tür “başkasının acısı” gibi bakar olur kendine edilene de kendi ettiğine de.

Eğer bu özne, sanatın herhangi bir dalıyla ilgileniyorsa, bu durum neredeyse o alana boca edilebilecek bir hale dönüşür. Ağırlığından yüksünülen acı, her şey tazeyken, üretilen, ortaya konan ne ise, bu haliyle aynı ağırlık yapılana da yansır. Sıcağı sıcağına yansımaması çok zor zaten. Çok istisnai durumlarda belki o kadar yabancılaşabilir insan kendine. Sanat eseri açısından bakıldığında acı’nın (yaşamak uğruna esere boca edilmesi) eser açısından olumlu sonuçlar vermeyebilir. Ama üreticisi açısından bakıldığındaysa bir tür cinayettir bu. Kendini öldürür ya da acısını. En iyi bildiği yerden başlar: kendisinden. Bu, hele de bir ilk cinayetse, hafifletici nedenleri de olabilir. Öldürmenin vicdani yanıyla, ölmesiyle onu hafifleten duygu arasında, bu kez kendisine yeni bir konum belirlemek durumunda kalır. Eğer farkındaysa bu onun ilk ve tek cinayeti olur. Fakat bir tür seri cinayete dönüştüğündeyse eser artık gerçekten ölmüş olur. Ve kalan şey sadece acı ise, bu herkes için çok da yabancı olan bir şey değildir.

Bunlar dolaylı olarak “Black Swan”ı (Siyah Kuğu, Darren Aronofsky, 2010) izlerken, ertesinde düşündüğüm şeyler oldu. Filmde şöyle şöyle oluyor filan demek istemiyorum. Birsürü alt tema var zaten. Farklı ilişkiler, karakterler üzerinden ele alınabilecek yan da. Bunları geçiyorum. Filmi izlemeden önce merkezde yer alan sanatın bale olması beni zaten birtakım öndüşüncelere itmişti. Bale de her ne kadar görkemli bir sanat dalı olsa da “kıyıda kalmış” sanatlardan biri. Sizin balet ya da balerin olmanız demek, bütün bir hayatınızı bedeniniz ve ruhunuzla beraber buna adamış olmanızı gerektiriyor. Bale, “hem o.. hem o..” formülüyle işlemiyor.

Beyaz kuğu’nun işlediği cinayet eğer siyah kuğunun doğumu içinse -ki siyah kuğudan anlamamız gerekenin temelde kötülük olmadığını, insanın bir yarısını daha yaşamda tedavüle sokması olarak anlamanın insana da daha uygun olduğunu düşünüyorum- evet, böyle bir cinayet mutlaka işlenmeli. Bu paha, her zaman gerçek bir ölüm demek değildir ve filmde bunu çağrıştıran final de ironik ve ucu açık… İşte burada film bitiyor ve hayatta devam ediyor, demek ister gibi. Kimin kuğu kimin Nina olduğunun, kimin beyaz kimin siyah olduğunun birbirine karışması da öyle.

Bir de tabii Nina adının tesadüf olmadığını seziyorum. Buradaki açık mektup direk Çehov’un Nina’sına yazılıyor. Yani Çehov’un başyapıtlarından birisinin, “Martı”nın başkahramanına, “Bir martıyım ben… Yoo.. hayır hayır değilim…” diyen Nina’ya… Yani bir “kuğu”dan bir “martı”ya… Bir Nina’dan diğer Nina’ya. Baleden tiyatroya... Sahneden sahne arkasına.

Bunlar aklımdan geçerken aslında bale ile ilgili eklemek istediğim birkaç şey daha var. Yakında belki de…

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Back to top