Alkazar'dan geçmişe ve bugüne

Beyoğlu Alkazar Sineması kapanıyormuş. Bunun sadece bir sinema salonun kapanmasından çok öte bir anlamı var tabii. Hem AVM olarak da söz edilen alışveriş merkezlerinde ultra-lüks bile denilebilecek sinema salonlarının sayısının artması, hem internetten indirilebilir filmlere talep hem de VCD ve ardından DVD giderek Divx vb. formatlarla sinemaların evlerin salonlarına taşınması da bunda etkili olmuştur. Kaldı ki Alkazar Sineması 1994’ten beri faaliyette olan ve “sanatsal” dediğimiz filmlerin ağırlıklı olarak gösterildiği bir sinemaydı. Yer aldığı binanın tarihi de yine sinemaya dayanıyor zaten. 1923’te Cine Salon Elektra adıyla açılıyor, 1925’te Alkazar adını alıyor, 80’lerin erotik film gösterimi furyası zamanında böyle bir eğilim de gösteriyor, ancak 1994’ten bu yana da yeni işletmecileri ve anlayışıyla devam ediyordu.

Sinemalarda işlerin çok parlak olmadığını epey zamandır düşünürüm. Benim bir izleyici olarak sinema salonları maceram ilkin Konya’da başlamıştı. Daha ilkokuldayken annem elimizden tutarak orduevinin sinemasına götürürdü bizi. O zaman Alaaddin Tepesi’inde yer alan sinemanın çıkışında da mutlaka hemen karşıdaki Saray muhallebicisine giderdik ve “sup” yerdik. Biz “sup” olarak bildik öğrendik. O zamanlardan hatırladığım filmler “Gırgıriye” filan. Ama mesela yine ilkokuldayken bir cumartesi günü annem, ablam ve ben “Fahriye Abla”yı izlediğimizde, annemin bu film hakkında hiçbir fikri olmadan bizi getirdiğini filmin bazı sahnelerinden çıkarmıştım. Yine de sonuna dek salonda kalmıştık.

İlk sivil sinema maceram da yine Konya’da –sanırım tek sinemaydı o zaman- Kent sineması olmuştu. Okul nedeniyle 1989’da İstanbul’a geldiğimdeyse ilk kez Beşiktaş’taki Mıstık sinemasına gitmiştim kuzenimle. O zaman iki film izlenebiliyordu. Sonra değişti her şey tabii…

Ardından da Beyoğlu’yla ilişki kurmaya başlamakla beraber, orda film izlemediğim salon olmamıştır. Başta Beyoğlu sineması olmak üzere (sonradan içinde açılan Pera), Atlas, Sinepop, Emek, Alkazar, Lale, Dünya, Yeşilçam, Fitaş… Ve tabii bunların arasında Beyoğlu sinemasının yeri hep özel olmuştur. Çünkü Beyoğlu Sineması’nın alt katındaki Beyoğlu Cafe uzun yıllar pek çok insan için bir buluşma yeri olmuştur. Cep telefonunun henüz hayatımıza girmediği zamanlarda bizim arkadaşlarla buluşma yerimizdi, kimse kimseyle sözleşmezdi ama herkes birbirini orda bulurdu. İnanılmaz güzel müzikler çalınırdı. Ve sinemaya gitmek bir şölen gibiydi. Hele Beyoğlu Sineması’nın uzun yıllar sürdükleri “Yaz Şenlikleri” sinema günleri… İşten çıkıp, taksiye atlayarak koşa koşa 7 seansına yetişmeye çalışırdım. İnanılmaz güzel filmler izledim bu yıllarda.

Sinemayı çok sevmeye o zaman başladım. Festivaller vs. ardından geldi zaten. Sonradan Dünya Sineması da kapandı. Dünya Sineması’yla aynı binada yer alan Fitaş, cep sinemaları şeklinde birden fazla filmin aynı anda gösterilebileceği bir yapıya büründü. Ve orda film izlemek gittikçe güçleşti. Yerine bir alışveriş kompleksi yapılacak olan Sinepop Sineması’nda ekran o kadar yukarıda kalırdı ve koltuklar o kadar kötü bir eğimle düzenlenmişti ki boynumuz ağrırdı film izlerken. Emek’in salonu çok görkemliydi ve hâlâ da öyle. Özellikle festival filmlerinin ve gala gecelerinin en gözde mekânlarındandı. Atlas da eğimi çok olan bir salondur ama kimse kimseye engel olmaz film izlerken ve geniş bir salondur.. Neyse yani, sinemalar başkaydı, insanlar başkaydı.

Şimdi bu akşam Alkazar sinemasının 1 Martta kapanacağını okuduğumda içimde bir sızı oluştu. Aslında yavaş yavaş yapılacak bir şey olmadığını da bilerek, bu sonun geleceğini kaçınılmaz olarak da görerek… Sonra nedense “bir benden ne olur ki” diye düşünürüz çoğu zaman. Her bitiş, her kapanış aslında kendine sorulan bir sorudur da.. En son Alkazar’da ne zaman film izledim diye düşündüm, altı ay kadar olmuş. “Bir ben” o kadar da önemsiz bir şey değil aslında. Aynı şeyi “Virgül” dergisinin kapanışında da hissetmiştim.

Bir de tabii Beyoğlu başlı başına bir dünya. Hele de sıkça ilişki kurduğunuz bir yerse orda zamanla değişen çehreyi buruk bir şekilde izlememek mümkün değil.

Üç dört yıl kadar önce okula geri dönmeye niyetlendiğimde aldığım bir ders vardı. 19. Yüzyıl İstanbul Mimarisi. Beyoğlu da bunun en güzel örneklerini taşıdığı için, bu dersle bağlantılı olarak Nur Akın’ın Literatür Yayınları’ndan çıkan “19. Yüzyılın İkinci Yarısında Galata ve Pera” adlı kitabını okumuştum. Çok iyi hazırlanmış bir kitaptı. Bütün bir Beyoğlu’da görülen her binanın, sokağın tarihçesi, sokakların hikâyesi, o zaman yapılan meslekler, iş yerleri, sanat mekânları… Mesela şimdi çiçek pasajı olan yerin önceden Naum Tiyatrosu olması, Soullier Sirki, pasajların hikâyeleri, 1. Belediye Binası, ışıklandırmadan su sorunun nasıl çözüldüğüne kadar, Tünel'in, Galata'nın hikâyesi... Detaylar, anlatılar… Tabii orada bunları bilerek dolaşmak ve bu gözlerle bakmak, hele de bu yerin bugün artık kafe, restoran ve bar ağırlıklı olması, mağazaların modern cepheleri, bozulan siluet, bir de böyle haberlerle birlikte epey can sıkıcı... Ama bu kitabı öneririm ilgilenen herkese…

Kitap için http://www.idefix.com/kitap/19-yuzyilin-ikinci-yarisinda-galata-ve-pera-...

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Back to top