yazarak düşünmek

Buraya yazmaya başlayalı 3 yıl 27 hafta olmuş. Hemen hemen ilk bir yılı, belki de daha fazlasını, siteye koyduğum bazı yazı ve şiirleri öylece tutarak geçirdim. Sonra yavaş yavaş olan biten ya da aklımdan geçenleri, geçtiği şekilleriyle aktarmaya başladım. Giderek bir blogdan öte bir türlü kendini ifade edebilme yerine dönüştüğünü söyleyebilirim. Sözünü dilediğin kadar, dilediği gibi söyleyebilme yeri.

Bir süredir sessiz gibi geçen zamanda, aslında öncesinde de, yazarak düşünmek konusu hep kafamı kurcalıyor. Bende bu fikrin oluşmasını sağlayan bütünüyle Nietzsche olmuştur. Onun hemen hemen okuduğum tüm kitapları, bahsettiği konular (ki bu sanata, hayata ve insana dair hemen hemen her şeydir) bana Nietzsche'nin düşünme şeklinin yazmak üstüne kurulu olduğunu göstermiştir hep. Elbette bu benim yaklaşımım. Ama birincisi "düşünce" dediğimiz şey son derece ve düşündüğümüzden çok daha fazla uçucu bir şey. İnsanın kendi kendisiyle durmadan konuşan bir varlık olduğu üzerinden gidersek (sesli sessiz böyledir, çoğu zaman duymayız belki ama bir ses sürekli söylenir, yorum yapar, ünler..) ve bunun bilinçli-bilinçsiz bir akış şeklinde olduğundan, düşündüklerimizin çok azı bir sonraki âna, saate, güne, zamana kalır. Çoğu uçup gider. Bu yüzden de o düşünce akışını kaydedebilecek bir araç düşlerim bazen. Böyle bir şey mümkün olsa, düşünme denilen şeyin bir yandan ne kadar kesintili, oradan oraya konan bir kelebek gibi olduğunu da görürdük. Ya da bir ağacın gövdesinden başlayan düşünce ucunun nerelere kadar varabileceğini.

Dolayısıyla yazarak düşünmek yani kaydederek, aslında çok önemli. Elbette bu yazılan her şeyin çok kıymetli ve kayda değer olduğu anlamına gelmez. Filozof ya da deha olabilmek için emek ve inşadan başka şeylerin de insanda bulunması gerekir. Ama kendimiz için yazarak düşünmek, belki o dağınık zihnin, yolların nerede çatallanıp nerede düzleştiğinin ya da sistematik düşünmenin yapılmak istenen şeye ne kadar yaklaştırıcı olabileceğinin de göstergesi olurdu.

Yıllar önce, galiba Max Jacob'un "Sahici Mucizeler"inde okumuştum. Her gün yazın, diyordu Jacob, istisnasız. Çünkü yazmak bir alışkanlıktır. Yazacak bir şeyiniz olmadığını düşünüyorsanız bile, bunu yazın. O gün dolmuşa mı bindiniz, kalabalık mıydı, dikkatinizi çeken bir şey mi oldu? Önemli değil, o alışkanlığı yitirmeyin. Benzer bir öneriye yine eski, Tan Yayınları'ndan çıkan Ece Ayhan'ın "Defterler"inde de rastlamıştım. Bunlar eski tarihlerin anımsanması, epey zaman geçti üzerinden...

Yazarak düşünebilmeyi bir düşünme biçimine dönüştürebilmek kıymetli bir şey. Bunun rastladığım ikinci, bize daha yakın bir örneği de son aylarda Ulus Baker oldu. "Yüzeybilim Fragmanlar" kitabı bunun en iyi, en sağlam göstergelerinden biriydi.

Çünkü düşünmek ya da düşündüğünü sanmakla, düşündüğünü sandığın şeyi bir düşünce olarak aktarabilmek arasında da çok fark var. Yazı kendi doğası itibariyle senden bir fotoğraf makinesi gibi aynen kayıt yapmanı istemez. Böyle yapsan bile, bu bir süre sonra kendi kendisini püskürten bir şey dönüşür. Eğer yazarken, yazdığın şey sadece alıntılarla örülüyse, bu kez de sadeleştirmeler sonucunda kalan sen olmazsın, olamazsın. Bu da can yakıcı olabilir. Sayfalarca okuduğumuz bazı yazılarda bunları görürüz. A öyle demiştir, B böyle demiştir, C vs... Ama yazıyı yazanın fikrini görmek/okumak mümkün olmamıştır. Bir çorba kasesinin çukurluğu ya da bir vidanın işlevi ya da teneke, ıhlamur vs. o her ne ise ona dair kendi fikrinin olması ise birimizi diğerimizden ayıran şey değil midir?

İnsan, bir şeyden geçici de olsa sıtkı sıyrıldığında ya da canı (çabucak geçmesini umsa da) sıkkın olduğunda bile, kağıtla kalemle, ekranla klavyeyle olan ilişkisini gevşetmemeli. Eğer yaşamaktan anlaşılan biraz da bu ise onun için...

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Back to top