Cadı Kazanı
Arthur Miller, büyük bir oyun yazarı. Uzun bir hayat yaşamış. Bütün Oğullarım, Satıcının Ölümü, Cadı Kazanı adlı oyunları metin olarak da ulaşıp okuyabildiğimiz, tiyatrolarda oynanan en önemli oyunları. Ben oyun olarak hiçbirisini izlemedim. Ama tiyatro metinleri olarak hepsini okumuştum.
Bugünlerde imkân bulup da Nicholas Haytner'in 1996 yılında yönettiği, Daniel Day-Lewis, Winona Ryder, Paul Scofield'ın başrolleri paylaştığı "Cadı Kazanı"nın sinema versiyonunu izlemek etkileyici ve düşündürücü oldu. Aslında oyunun/filmin hikâyesi de, bağlantılı olarak Miller'ın hikâyesi de ilginç.
Her şeyin altındaki cadılık hikâyesi zaten tarihsel bir olaya dayanıyor. 1692 yılında Amerika'da Salem kasabasında bir grup genç kız kasabada yaşayan Afrikalı bir kölenin kendilerini büyü yapmaya zorladığını iddia ediyorlar. Aslında aralarında bir eğlence (hatta erkek avı desek daha doğru) olarak başlayan olay, dönemin koyu din taraftarlarını ve şeytana duyulan antipatiyi de düşününce, küçük hanımların (biraz da başlarına gelebileceklerin korkusundan) önlerine geleni cadılıkla suçlamaları onlarca kişinin idam edilmesiyle son buluyor. İşin görünen tarafı böyleyken, hazır başlamış olan bir cadı avında (kadın-erkek, yaşlı-genç farketmiyor) aralarında toprak davası olanlar da hasımlarını cadılıkla itham ediyorlar ve böylece onlardan kurtuluyorlar. Cadılıkla itham edilenler arasında kasabanın ileri gelenlerinden birkaç kişinin de olması, halk arasında bir tür infiale neden oluyor. Her ne kadar olay boyut değiştirip, büyümeye başladığında, güya birtakım mahkemeler kuruluyor ve "adil" yargılamalar yapılıyorsa da boyut, yargının bile endişelenmesi noktasına varınca, suçlamaların önü bir yerde kesiliyor ve idamlar da böylelikle durduruluyor.
1692 yılında yaşanan bu olayı Arthur Miller'in 1953'te bir oyun metnine konu etmesinin nedeni ise bahsi geçen "cadı avı"nın başka boyutta ama benzer sonuçlara yol açacak şekilde ülkede (ABD) yineleniyor olması. Senatör McCarthy döneminde Amerika karşıtı birtakım faaliyetlerden kuşku duyulması üzerine bu karşıt hareketleri izlenmesi amacıyla bir komite kuruluyor. İşte bu komite de aynı şekilde "cadı avı"na başlıyor. Dönemin yazarları, aydınları, sanatçıları bu tür bir faaliyet kuşkusuyla suçlanıyor, sorgulanıyor, hatta yargılanıyorlar. Bu isimler arasında Orson Welles, Charlie Chaplin, Bertold Brecht gibi isimlerin yanı sıra Arthur Miller'ın da adı geçer. Sorgulananlardan istenen şey aslında bir tür itiraftır. Çünkü itiraf kurtuluş demektir. Ama itirafta bulunanlardan istenen şey ise yeni ve henüz erişilememiş başka isimlerdir. Bu bilginin haklı ya da haksız olmasının (itirafla, iftira birbirine pek yakın) bir önemi yoktur. Çünkü itirafla gelen savunma geçerlidir ve delil niteliğindedir. İtiraf kurtuluşa götürürken, (yine bir harf farkla) itiraz da sizi otomatik olarak suçlu kılar. İşte Miller, kendisinin de dahil edildiği bu organize işlere, Cadı Kazanı'yla ciddi bir göndermede bulunur. Düşmanlar kadar, yakın dostların da birbirini "el"e verdiği bir dönemdir. Denilir ki Miller'la yakın dost olan Elia Kazan da bu işlerden itirafla ve ad vererek sıyrılmıştır. Miller ise kendisinden umulanı gerçekleştirmediği için süreli olarak pasaportu iptal edilir, 2 aylığına hapse mahkum edilir ve daha bir sürü.
Miller'ın kendi yaşam hikâyesi de göçmen bir yahudi ailenin çocuğu olması nedeniyle pek kolay geçmez. Bazı eserlerinde vurguladığı önemli noktalardan birisi de bu yüzden antisemitizmdir. Yanı sıra 1956 yılında Marilyn Monroe'yle evlenmesi, Monroe'nin evliliklerinin bitmesinden bir yıl sonra 1962'de intiharı da Miller'ın türlü şekillerde anılmasına neden olmuştur. Adı geçen bütün oyunlarında Miller'ın yaptığı şey aslında (bazen acımasız ve trajik de olsa) topluma getirdiği eleştirilerdir.
Cadı Kazanı filminde de olduğu gibi, kahramanlar aslında son derece sıradan insanlarken [hatta belki biraz suçlu, başarısız, günâhkar (yine kime göre)] sonuçta en büyük mahkeme vicdanlarında kurulur ve bahsedilecekse bir tür "kahramanlıktan", o da böyle bir zamanda gerçekleşir.
Oyun ilk kez, yazıldıktan üç yıl sonra, 1956'da filme çekilir. Raymond Rouleau'nün yönetmenliği yaptığı bu ilk filmin adı "Salem Büyücüleri" olarak geçer. Bu filmin bir özelliği de senaryolaştırmanın Miller'la beraber, Jean-Paul Sartre tarafından yapılmasıdır. Oyuncular açısından da iyi bir prodüksiyondur. Başrollerde Simon Signoret, Yves Montand, Jean Debucourt gibi oyuncular vardır (Bunu bulmak henüz mümkün olmadı).
1996 yapımı filme geri dönersek, Schopenhauer'in "Din Üzerine" adlı kitabından da aklıma çakıldığı gibi, tek başına din, bir inanç meselesi olduğunda bir sorun yoktur. Bunu herkes kendi anlayışı içerisinde dilediği gibi yorumlayabilir (Ve madem ki her şeyin bir bedeli var ve bu bedel, cennet ve cehennem gibi bir yol ayrımından başka bir şık tanımıyor), buraya kadar sorun yok, dileyen dilediğini yapsın (inananların gözünden). Eğer birisi inanmıyorsa, bu da onun problemi. Zaten onu ikna ya da teşvik edecek bir öteki dünya motivasyonu da işlemeyecektir.
Ama eğer din, kendi başınalığın ötesinde, yeryüzülülerin elinde, diledikleri kapıyı açacaklarını sandıkları bir anahtar görevi üstleniyorsa (ona üstlendiriliyorsa); din, dinden imandan çıkartılıyorsa, o zaman işte sadece cadı avı değil, dilediğiniz bir tür ava da rahatlıkla çıkabilirsiniz. Cadı avı denilerek yapılan temizlikte, çıbanlar, elebaşları sonsuza dek sindirilmiş, bu arada göz dikilen araziler, mülkler de savunmasız bırakılarak ele geçirilmiştir.
Bugün de, bu kertede olmasa da benzeri şeylerle, "hafif yanık" düzeyinde de olsa türlü sindirmelerle zaten karşı karşıya değil miyiz?
- 7595 okuma
Yorumlar
Oyunun türü
Yazdigi bu oyun dram kategorisine mi giriyor bilgilendirirmisiniz
Yeni yorum gönder